08 Şubat 2017

TURİZM: FAS

El Magrip Ülkesi: FAS

Tüm dünyanın “Morocco” dediği, ancak Türklerin “Fas” diye adlandırdığı en batıdaki yer” anlamına gelen El-Magrip ülkesi Fas, dünyanın şanslı ülkelerinden birisi. Akdeniz’den gelen sıcak ve romantik, Atlas Okyanusu’ndan gelen sıcak ama rutubetli havayı solumak insanda farklı duygular yaratıyor. Akdeniz havasını biliyoruz fakat Atlas Okyanusu havası bize biraz değişik geliyor.


Bir taraftan Akdeniz ve diğer taraftan da okyanus ülkesi olmasının insanlar üzerindeki olumlu etkisini hemen hissedebiliyorsunuz Fas’ta… Halkı genel olarak sevecen, güler yüzlü ve yardımsever. Çölün getirdiği yüzlerdeki sert ifade yanıltmamalı. Öyle ki ne zaman yerel halktan birine bir adres sorsak, çok ilgilendiler. Hatta sorduğumuz adrese kadar bize eşlik edenler bile oldu.




















Kıyafetler dikkati çekecek kadar farklı. Giyside siyah renk çok yaygın. Siyah, bizim bildiğimizin aksine matemi değil, asaleti simgeliyor.


Ülke nüfusu Arap ve Berberiler’den oluşuyor. Genelde mavi pelerin ve sarıkla, yüzleri kapalı olarak dolaşan Sahra’nın sertliği yüzlerindeki çizgilere vurmuş Touaregler, çevreye otantik bir hava veriyor.


Erkek ve kadınlar arasında hiçbir ülkede olmayan “cilbab” veya “cellabe” diye adlandırdıkları geleneksel elbise çok yaygın. Elbiselerinin üzerine, bir üst elbise ya da iç giysileri ile birlikte tek olarak giyilebilen bu geleneksel kıyafetlerin her rengini bulmak mümkün. Daha ziyade pamuklu kumaşlar tercih edilerek yapılıyor.


Özellikle erkekler bunların kukuletalarını takarak geziniyorlar. Bu da hoş ve gizemli bir hava veriyor. Geleneksel kıyafetlerin yanı sıra son derece modern giysilerle gezenler de yok değil.

Fas, fotoğraf meraklıları için bir cennet. Saraylar, camiler, meydanlar, surlar, kaleler ve insanlar… Fotoğraf meraklılarına küçük bir hatırlatma yapayım, insanlar fotoğraflarının bedava çekilmesinden hiç hoşlanmıyorlar.


 Müslüman olmayanlar camilere giremiyorlar. Dolayısıyla camilerin içindeki olağanüstü işlemeleri göremiyorlar ne yazık ki... Seramik, alçı ve ağaç kullanılarak yapılan mozaikleri Fas'taki tüm saraylar ve kutsal mekanlarda görmek mümkün.




Özellikle seramikleri, büyük keskin bir çekiçle tek tek kırmak ve yine bu çekiçle şekil vermek beceri isteyen bir iş. Zarak Dağı’ndan getirilen killerle, adına “zellij” denen sanatı yapan bir atölyeyi ziyaret ettiğimizde gördüklerimizi hayranlıkla izledik. 

Fas’da baharatlı yemekleri hiç yadırgamadık. Özellikle “Tajin” denen ve toprak özel çömleklerde pişirilen yemekleri çok lezzetli. Bizim güvece benziyor. Tajin, Fas’ın sembolu olmuş adeta. Tajin iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm altta yuvarlak bir tepsi, ikinci bölüm ise tepsi üstünde koni şeklinde bir kapak.

Pişecek et ve sebze bu alttaki tepsiye konuyor ve koni şeklindeki kapak kapatılarak fırına veriliyor. Piştikten sonra bu şekilde masaya servis ediliyor. Dana eti, tavuk eti, köfte, balık, sebze vs. gibi birçok çeşidi var. Ben, kayısılı olanları çok sevdim. Fas’ın üç milli yemeği var. Tajin, kuskus ve salyangoz. Salyongoz satan dükkanlarla dolu her yer.


Kuskus, bizim bildiğimiz kuskus gibi değil. İnce irmikten hazırlanan bir çeşit pilav. Hurma ve portakalları çok lezzetli. Tatlılar, badem ezmesi ağırlıklı yapılıyor. “Briwat” adını verdikleri tatlıları; yufka, badem, tavuk eti ve pudra şekerinden yapılıyor.

Siyah çay yerine yalnızca erkeklerin hazırladıkları nane çayı içiyorlar. Dilimize giren “Nanemolla” deyimi belki buradan geliyor. Fas’da lezzetin doruğa çıktığı yiyeceklerden birisi de zeytin. Bizde de zeytin var ama buradakinin tadı başka. Zeytin satan dükkanların vitrinleri de çok hoş. Özenerek yapılmış. Komşunun tavuğu, komşuya kaz mı görünüyor acaba? J


Fas’da ilk durağımız Kasablanka... Meşhur Hollywood yapımı “Kasablanka” filmine adını veren ama hiç bir sahnesi Kasablanka’da çekilmeyen ve bu filmden dolayı ünlü şehir. Kasablanka oldukça modern bir kent fakat gezginlerin çok ilgisini çekeceğini düşünmüyorum. Habus Pazarı ve II. Hasan Camii dışında görülecek çok fazla bir yer yok. Hasan Camii; doldurulan Atlas Okyanus kıyısında 20. yüzyılda kurulmuş, 210 metre yüksekliğindeki minaresi ile çok büyük bir cami. 25 bin kişinin ibadet edebileceği cami dünyanın en büyük camilerinden biri kabul ediliyor.



Kasablanka’daki yarım günlük bir konaklamadan sonra otobüsle Fas’ın başkenti Rabat’a geliyoruz. Rabat’ta Kasbah Oudayas Kalesi'ni geziyoruz. Nehrin kenarında ve Kazablanka’dan gelişte şehrin girişinde olan bu kalenin içi oldukça ilginç. Binalar mavi ve beyaza boyanmış.


Değişik bir hava yaratılmaya çalışılmış. Ama benim dikkatimi çeken, kapılar oluyor. Hepsi birer sanat şaheseri. Fas’da kapılar ayrı bir kültür hazinesi. Dikkatle incelemeye değerler. Kale içerisinde bir çok kapı var. Ancak hepsi farklı.

Bir sonraki durağımız "Mechouar Kraliyet Sarayı" Kraliyet sarayının yalnızca bahçesini, camisini, dışarıdan kapı ve binalarını görebiliyoruz. İçerisini gezmeye izin vermedikleri için görme imkanımız olmuyor. Fazla vakit geçirmeden V. Muhammed Türbesi ile Hasan Kulesi'ni görmeye gidiyoruz. Kule ve türbe aynı yerde konuşlandırılmış. İkisinin arasında betondan yapılmış bir alan ve sütunlar var.


Burada herkesin dikkatini çeken, kapılardaki geleneksel kıyafetleri ile atlı nöbetçiler. Bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Meknes’de görülmeye değer en güzel yer, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki, Fas’ın en güzel şehir kapısı olan Bab Mansour. Kapı üzerindeki işlemeler muhteşem. İnsan bu kapıdan gözünü ayıramıyor. 











Fes, Fas ve Faslılar için çok önemli şehir. Fas’da Fesli olmak ayrıcalık. Eski şehirin bulunduğu Medina'dan gezmeye başladık Fes'i... Etrafı surlarla çevrili olan Mediya'ya  birçok kapıdan giriliyor. Bu kapılardan hangisinden girerseniz girin, kendinizi bambaşka bir dünyanın içerisinde buluyorsunuz.

Bazen bir insanın dahi zorlukla yürüyebileceği, birbirine çok benzeyen sokaklar, rengarenk dükkanlar, koşuşturan, alışveriş yapan, malını satmaya çalışan, eşya nakli yapanlar ile yaşayan bir Medina. Burası sizin hayalinizden bile geçiremeyeceğiniz kadar farklı, bildiğimiz canlı bir alışveriş merkezi değil.

Burası sanki ortaçağda, zamanın durduğu bir şehir merkezi. Ama herşeyiyle ortaçağ. Satıcılar, kalaycılar, bakırcılar, el işleri, aklınıza ne gelirse herşey o günkü gibi. İnsanların kıyafetlerinde o günden değişen fazla birşey yok. Sanki ortaçağı canlandırmak için inşa edilmiş bir film seti. Çarşıda gördüğünüz her dükkanda yüzyıllar öncesinden kalmış bir hayatı birden bire göreceksiniz hissine kapılıyorsunuz.

Bambaşka büyülü bir dünya... Binlerce küçük küçük dükkan. Bu dükkanların başında ise, özel ve formülü gizli iksirleri ile her derde deva ilaçları üreten baharatçılar geliyor. Tamamen bitkisel özel karışımlar ile hazırlanan solüsyonları, bitkisel terapi losyonları, masaj yağlarını bu dükkanlarda bulmanız mümkün. Bunların bir kısmının Sağlık Bakanlığı’na bağlı olarak çalıştığını öğreniyoruz. Dükkanların içi bir renk cümbüşü. 




Deri işçiliğinin de, Fes’de ayrı bir yeri var. Fas’ın en ünlü tabakanesi Medina’da. Tabakaneyi gezip derilerin nasıl tabaklanıp boyandığını görebiliyoruz. Deri kokusu insanı rahatsız edecek boyutlarda. Ancak bununda pratik bir çaresini bulmuşlar. Kapıdan girerken herkese bir dal nane veriyorlar. Naneyi koklayınca da alışveriş iştahınız hiç eksilmiyor. Görüyorsunuz nane, her derde deva. İlk İslam üniversitesi de burada. Burada herşey var. Küçük bir hatırlatma, Fas’da pazarlık etmeden alış veriş yapmayın. 


Bu kadar dar yollarda taşımacılık, yalnızca at, eşek ve katır sırtında yapılıyor. Yolda yürüyenlere hayvanların çarpma olasılığını engellemek için “belek” yani “dikkat” diye sesleniyor sürücüleri... Bu sesi duyduğunuzda geri dönüp bakmak yok! Hemen duvara yapışacaksınız. Kafanızı çevirdiğinizde at ya da eşeğin kafası ile karşı karşıyasınız. İlk başlarda hepimiz birkaç darbe alıyoruz, ama neyseki önemli birşey olmuyor. Sonra da alışıyoruz. 




Ertesi gün, kahvaltıyı takiben Fes’den ayrılıp Marakeş’e doğru hareket ediyoruz. Onbir saat gibi uzun bir yolculuktan sonra akşam saatlerinde Marakeş’e ulaşıyoruz.

Yorgunuz, ancak bizi kimse durduramaz. Yemekten sonra Jmaa El Fna Meydanı’na (Kıyamet Meydanı) gidiyoruz. Burası Marakeş’in kalbi ve tüm turistler orada. Meydanın ortasında maymun, akrep ve yılan oynatanlar, saz çalıp şarkı söyleyenler, fal bakanlar, hikaye anlatanlar, her derde deva bitkisel ilaç ve büyü satanlar, yöresel danslarını yapanlar, erkek dansözler... Görülmeye değer bir çeşitlilik, renklilik...


Fas kültürünün örneklerini burada görmek ve onların arasına karışarak yaşamak fırsatını buluyoruz. Fotoğraf çekmek için bundan güzel bir fırsat olamaz fakat hemen para da istiyorlar. Her zaman yanınızda bozuk para bulundurmanızda fayda var. 


Meydanın etrafına hediyelik eşya, kilim ve halı satanlar ile seyyar lokantalar yerleşmiş. Bu seyyar lokantalar, gece geç saatte toplanıyor ve meydanı boşaltıyorlar. Ertesi gün akşam saatlerinde gelip tekrar kuruyorlar. Kebap, biftek, köfte vs. ne isterseniz var. Yiyeceğimizi orada seçiyoruz. Gözümüzün önünde pişiriyorlarlar ve güle oynaya yiyoruz. Tabii duman ve kokular altında... 



Meydanın kuzey çıkışından Suk’a (çarşı) giriyorsunuz. Bu, Fes’de de gördüğümüz gibi dar ve kıvrımlı sokakları ve küçük binlerce dükkanı ile alışveriş merkezi. Suk’un dar sokaklarının serin havası iyi geliyor. Birkaç defa yolumuzu şaşırıyoruz. Ama olsun. Sorarken insanlarla dost oluyoruz. Bize nane çayı ikram ediyorlar. 




Marakeş kızıl bir şehir. Tüm binalar kızıl renkte. Bu nedenle bu şehirde güneşin batışı ve bunun kızıllığı hiç bitmiyormuş havasına kapılıyoruz. Ancak gün içinde tonları değişiyor. Şehir oldukça da modern. Koutobia Cami ve özellikle minaresi, Marakeş’in sembolü olmuş. 


Marakeş’ten sonra Atlas Okyanusu kıyısındaki tatil beldesi Assaouira’ya doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca ağaçlara çıkmış, tepelerinde bu ağaçların meyvelerini yiyen bir çok keçi görüyoruz. Bu ağaçlar, dünyada yalnızca Fas’ın güney batısında yetişen “argan ağacı" Keçiler bunların meyvelerinin etli kısımlarını yiyorlar ve çekirdeğini atıyorlar. İnsanlar da bu çekirdekleri topluyor ve yağını çıkarıyorlar. Kozmetik ve eczacılık alanlarında kullanılıyor.



Assaouira, şirin bir tatil şehri. Köknar ağaçlarından yapılan ağaç el işleri çok meşhur. Binaları beyaz ve mavi renge boyanmış. Hatta balıkçı kayıkları da. Rüzgar sörf yapmaya elverişli. Fas’daki son akşamımızda kahvemizi mavi gökyüzüne, okyanusa bakarak ve martıların seslerini dinleyerek yudumluyoruz.


Fas gezisi bitti. Fes ve Marakeş unutulamayacak şehirler. Bunun da ötesinde gördüğümüz zellij sanatı, alçı ve ağaç işçiliği eşine ender raslanır güzellikte. Hoşçakal Fas... Bunun devamı, Endülüs olmalı. Neden olmasın?


Kaynak: OLAY SALCAN / Leyleğin Güncesi

06 Şubat 2017

AYAKLARINIZA DEĞİL, YILDIZLARA BAKIN..

Nerede Bu Uzaylılar?
NEREDE BU UZAYLILAR?
Hepimiz biliyoruz ki ‘uzaylı’ kelimesiyle anlatmak istediğimiz, Dünya denen gezegende yaşayan tüm canlı varlıklar dışında türlü biyolojik formlarda olması mümkün Dünya dışı yaşam.
Pek çoğumuz hayaller kurup düşündüğümüzde, uçsuz bucaksız bu evrende yalnız olamayacağımız kanısında; içiniz rahat etsin, teorik olarak da var olabilecek medeniyet sayısını tahmin etmek için kullanılabilen Drake Denklemi de bunu söylüyor:  







Buradaki her bir değerin karşılıkları aşağıdaki gibidir:
R* = Akıllı yaşamın gelişmesi için uygun yıldızların oluşma oranı.
fp = Gezegen sistemlerine sahip yıldızların fraksiyonu.
ne = Yaşam için elverişli bir doğaya sahip, güneş sistemi başına gezegenlerin sayısı.
fl = Yaşamın gerçekten var olabileceği uygun gezegenlerin fraksiyonu.
fi = Akıllı yaşamın ortaya çıktığı üzerinde yaşam bulunan gezegenlerin fraksiyonu.
fc = Varlıklarına dair, uzaya algılanabilir işaretler gönderebilecek bir teknoloji geliştiren uygarlıkların fraksiyonu.
L = Bu uygarlıkların, algılanabilir sinyaller yayma süresi.
Elbette ki bu değerlere karşılık gelecek verilerin araştırılabileceği teknolojik alt yapıya ihtiyacımız var. Drake Denklemi, böyle bir araştırmada yer alan faktörlerin aydınlatılmasının yanında, evren hakkındaki entelektüel merakımızı harekete geçiren, yaşamın kozmik gelişimin doğal bir ürünü olduğunu bilip, bu evrenin nasıl bir parçası olduğumuzu anlamamızda yardımcı olan basit ve etkili bir denklemdir. SETI Enstitüsü’nün (The Search for Extraterrestrial Intelligence) temel hedefi, bu büyüleyici denklemin faktörlerinden herhangi biriyle ilgili ek bilgi verecek daha kaliteli araştırma yapmaktır. 
Peki bunca medeniyet varsa, neredeler? Onlarca yıldır uzaydan radyo sinyalleri alabilme teknolojisine sahibiz, ancak nadiren olası bir mesaj olduğunu söyleyebileceğimiz herhangi bir sinyal aldık. Bunlar da daha sonra, pulsarların keşfedildiği durumdaki gibi genellikle çürütüldü. Bazı sinyaller umut verici olmalarına rağmen, Dünya dışı yaşamın keşfi gelecekteki bir olay olmayı halen sürdürüyor.

Fermi Paradoksu 

Enrico Fermi 
Enrico Fermi (1901-1954), yeterli bir roket teknolojisine sahip herhangi bir uygarlığın ve emperyal teşvikin en fakir bir miktarının bile tüm galaksiyi hızla kolonize edebileceğini düşünmüştü. On milyon yıl içerisinde her yıldız sistemi, imparatorluğun kanatları altına alınabilirdi. On milyon yıl kulağa uzun bir süre gelebilir, ancak galaksimizin yaşına kıyasla oldukça kısa. Bu yüzden Samanyolu'nun sömürgeleştirilmesi hızlı olmalıydı  (Samanyolu yaklaşık olarak 13.2 milyar yaşındadır; galaksimizde bulunan en eski yıldız olduğu varsayılan HE 1523-0901 isimli yıldızın yaşının belirlediği minimum limit ile bu değer verilmiştir).
Dolayısıyla Fermi'nin esas düşündüğü, uzaylıların galaksiyi varlıklarıyla şenlendirmeleri için yeterli zamana sahip olmalarıydı. Ancak etrafa baktığında, varlıklarına dair yeller esiyordu; Fermi kendi kendisine sordu: "Peki herkes nerede?".
Enrico Fermi’nin öne sürdüğü bu uyuşmazlığa "Fermi Paradoksu" denir. “Var olması gereken bu Dünya dışı yaşam nerede? Var olmaları durumunda neden şimdiye kadar tüm galaksiyi kolonize etmediler?"
İlk başta biraz garip geliyor, tamam. Görünüşe göre hiçbir şey gezegenimizde ya da galaksimizin bizim tespit edebildiğimiz kısımlarında gezinmiyor. Pek çok araştırmacı da bunu böyle basit bir gözlemden çıkarmanın çok radikal bir sonuç olduğu kanısında. Elbette ki Fermi Paradoksunun bir açıklaması var.
Dikkat edilen ilk şey, Fermi Paradoksunun oldukça güçlü bir argüman olması. Yabancı uzay aracının hızı için ışık hızının %1'inde mi, yoksa ışık hızının %10'unda mı hareket edebileceğini söyleyebilirsiniz. Önemli değil. Yeni bir yıldız kolonisinin kendi kolonilerini oluşturmasının ne kadar zaman alacağı konusunda da tartışabilirsiniz. Hâlâ önemli değil. Kolonizasyonun ne kadar hızlı gerçekleşebileceği hakkında herhangi bir makul varsayım, hâlâ galaksinin yaşından daha kısa zaman ölçeğiyle sonuçlanacaktır. Bu tıpkı, 16. yüzyıl İspanyol gemilerinin iki mi yoksa yirmi deniz miliyle mi gidebileceklerine dair ateşli bir tartışmaya girmek gibi bir şey. Sonuç olarak, her iki şekilde de Amerika'yı hızlıca kolonize ettiler.
Brian Cox’a göre uzayda medeniyetler arası iletişim kurma yeteneğine sahip bir uygarlık, uzun bir ömür beklentisinde olamayabilir - çünkü böyle bir uygarlık aynı zamanda kendi kendini yok etme yeteneğine de sahip olacaktır. Aynı zamanda bilim ve teknolojideki gelişmelerin, zamanla kendilerini kontrol altında tutabilecek kurumların gelişimini hızla aşacağını ve siyasi açıdan medeniyetlerin kendi kendini yok etmesine yol açacağını açıkladı. 
Cox ile hem fikir olan Stephen Hawking, "Narin gezegenimizden ayrılmadan, bir bin yıl daha hayatta kalacağımızı düşünmüyorum” diyor. Bu fikir, en bilinen cevaplardan biri, ancak insanlık olarak henüz bunun üstüne düşünmekten pek hoşlanmıyoruz.
Aynı zamanda Hawking 2010 yılından bu yana, ileri bir Dünya dışı uygarlığın, insanların karıncaları silip süpürebileceği gibi, insan ırkını ortadan kaldırmak için hiçbir problem yaşamayacağı yönündeki korkuları hakkında kamuoyuna seslenmekte. 
Elbette diğer olası çözümler de var. Uygar yaşam, bizim düşündüğümüzden çok daha nadir olabilir ya da evrenin bulunduğumuz kısmında nadirdir. Belki de bizimle iletişime geçebilecek teknolojide ya da biyolojik formda değillerdir. En olmadı, H.P. Lovecraft’ın The Space Out Colour isimli hikayesinde olduğu gibi, kozmostaki öteki yaşamlar “öyle uzaylıdırlar” ki gördüğümüzde fark edemeyebiliriz bile.
Öte yandan, yalnız olduğumuz düşüncesinden, bazı hiper medeniyetlerin başkalarının belirli bir teknoloji düzeyine ulaşmasını engellemesi fikrine kadar birçok düşünce elbette ki bolca mevcut.
Ayrıca bizden daha üst düzey medeniyete sahip uzaylıların hiç de ilgisini çekmiyor olabiliriz. En basiti, insanlık sadece ona en yakın objeye (Ay’a) inerek ilk defa Dünya’dan ayrılabildi ve Ford Model T otomobil yapılalı daha 108 yıl oldu. Kozmik olarak konuşmak gerekirse, uygarlığımız henüz bebeklik evresinde. Uzaylıları bu kadar bulmak istediğimiz kadar, onlar da bizi beğenmeyip istemeyebilirler. Kim bilir, onlar için belki de denekleriz sadece… Gene de biliyorsunuz ki Dünya dışı akıllı bir yaşam tarafından bulunur umuduyla onlara “Voyager Altın Plağını” gönderdik.
Neil de Grasse Tyson'a göre ise, gezegenimiz aptal insanları izlemek isteyen uzaylılar tarafından yaratılan bir hayvanat bahçesi bile olabilir.
Peki uygarlık kendisini yok etmeye mi mahkum? Yoksa Fermi Paradoksu tamamen başka bir şeyi mi işaret ediyor? Belki de evrenin ne kadar ömrü kaldığına dair anlayışımız da yanlış ve bizler sadece kozmik yalnızlığa mahkum edildik. Her neyse, bir sürü senaryo üretilebilir, biz Hawking’in bize verdiği nasihate kulak verelim: “Yukarıya, yıldızlara bakın; aşağıya, ayaklarınıza değil.”

Kaynak: Nergis CESUR - FİZİKİST

01 Şubat 2017

KARACİĞER YETMEZLİĞİ VE NEDENİ

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, yazı

PARASETAMOL

Bir uzmanın uyarısına göre yüksek dozda parasetamol İngiltere'deki karaciğer yetmezliklerinin en yaygın nedeni.
Tavsiye edilen maksimum dozdan fazla alanların bir an önce acile gitmeleri iyi olur. Edinburgh Üniversitesi'nden Profesör Nelson terapötik dozların güvenilir kabul edildiğini ancak doz aşımının çok kolay olduğunu, o nedenle de ne kadar alındığının çok iyi kontrol edilmesi gerektiğini belirtiyor. Prof. Nelson bu ilacın karaciğerdeki komşu hücrelerin arasındaki yapısal bağlantıları tahrip ederek karaciğere zarar verdiğini söylüyor.

Prof. Nelson: "Parasetamol dünyada reçetesiz satılan ağrı kesiciler içinde en fazla satılanı. İngiltere'de satılan ağrı kesicilerin üçte ikisi bu türdendir. Tavsiye edilen parasetamol dozları aşıldığında akut karaciğer yetmezliğine neden olabilir."

Prof. Nelson parasetamol nedeniyle oluşan karaciğer bozulmasının altındaki mekanizmaların henüz tam olarak anlaşılamadığını da belirtiyor. "Düşük dozlarda bile parasetamolün insan karaciğer hücrelerinde ve farelerde hücreler arasındaki sıkı bağlantıları (Tight Junctions) tahrip ederek karaciğere zarar verdiğini gösterdik. Toksisite mekanizmalarının incelenebilmesi için daha ileri araştırmalara ihtiyaç var." şeklinde konuşmuş.

Özet çeviri: Nurçin Çağlar
Sağlıklı Yaşıyoruz

Kaynak: http://www.express.co.uk/…/paracetamol-painkiller-liver-fai…

HEY GİDİ KARADENİZ

Tayfun Talipoğlu’nun dediği gibi "Karadenizli Olmak için Karadeniz'de doğmak gerekmiyor, sevdalanmak yeter!" Karadeniz sevdamın özeti bu cümlede belki de... Güzel ülkemizin bir çok bölgesine tur lideri olarak gittim. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok insanı gezdirdim, güzel anılar biriktirdim hafızamda. Geriye dönüp baktığımda; adımlarımın, en unutulmaz anılarımın ve yüreğimin hep Karadeniz'de olduğunu fark ediyorum. Karadeniz'i ülkemizin diğer coğrafyalarından ayıran ve özel kılan en önemli özelliği, yerel kültürünün zenginliği...


Yediğiniz yemekler, dinlediğiniz müzikler, halk oyunları, aynı coğrayanın içinde  farklı diller ve fıkra gibi komik olayların kahramanı tipik Karadeniz insanın gülümseten öyküleri... Bu topraklara ayak basan, tertemiz mis gibi havasını koklayan herkesi içine alır  Karadeniz... Doğası ve insanıyla kendine özgü bir yerin melodileri de farklı oluyor haliyle. Karadeniz insanını anlamanın en iyi yolu "Karadeniz Türküleri"ne kulak vermek bence.  Sözleri, müziği, enstrümanlarıyla dinleyenleri sarıp sarmalayan güzelim Karadeniz Türküleri...


Tempo Tur ile çıktığımız Karadeniz gezilerinde dillerden düşmeyen Gökhan Birben'in sesiyle hayat verdiği şu mısralara bir kulak verin derim;
"Kar yağdi dağlaruma/Sevduğum uşumedum/Seni böyle severken/Sonini düşunmedum/Geldi ayriluk vakti/Gene deşildi yürek/Ot yesam yaylalarda/ Bana ne lazim borek..."  
Müzik dışında Karadeniz turlarının olmazsa olmazı "Horon oynamak" ve bilmeyenlere horon öğretmek elbette :) Kemençe, tulum, kaval, akordion ve davul- zurna ile oynanan bir çok horon şekli olsada, tur sırasında en çok kemençe ve tulum eşliğinde oynan oyunlar tercih ediliyor. Kemençe'nin sesini duyduğu an kıpır kıpır olan Karadeniz insanının çoşkusu o kadar davetkar ki, horon oynamayı biran önce öğrenmek ve bu çoşkuya eşlik etmek istiyor insan. Hele tulum eşliğinde horon oynamanın tadı bir başkadır. Çünkü Karadeniz'de duyguların dilidir tulum... Öfkeli, kızgın, neşeli yahut sevecen...
Tulum eşliğinde oynanan horonda, tulumun ilk sesiyle oyun başlar ve 1 kişi tarafından yönetilir.Oyunu yönetenin verdiği komutları ekipteki tüm oyuncuların uygulaması zorunludur. "Fora" nidasıyla bazen türkü söylenir bazen de manilerle  atışma yapılır. 3 veya 4 kişi birlikte türkü ve mani söyler diğerleri tekrarlar. Manilerden bir kuple  efendim:
"Derenin düzüne bak/aynadaki yüze bak/kız beni beğenmedin /aldığın öküze bak!"
"Koyverdin gittin beni /Allah belanı versin /dilerim tez zamanda /hoca selanı versin"

Çoğu doğaçlama yapılan manilerin hepsi böyle sitemkar değil elbette. Hiç unutmuyorum, yaptığım bir Karadeniz gezisinde, Ayder Yaylası'nda oynadığımız horonda bana doğaçlama yazılan mani çok hoşuma gitmişti.
"Horon ne güzel oyun/yok mu bunun tarifi /nede güzel oynuyor/ Tempo Tur’un Arif'i!!!Horon ritüeli gereği şimdi benim de bir atak yapmam, bu maniye karşılık hemen bir maniyle cevap vermem gerekti.
"Balıklar allı pulli/bir tanesi guguli/dokunmayın Arif’e/o da Allah'ın kulu!" 
İşte o an farkettim, içimde gittikçe büyüyen Karadeniz sevdasını...


Karadeniz turları sadece horondan ibaret değil tabiki. Akşamları horon oynuyor, gündüzleri Karadeniz yaylarının keyfini doyasıya yaşıyoruz grubumla. Uzungöl, Ayder, Sümela Manastırı, Atlas Dergisi yazarlarınca "bulutların sevdalısı" denilen, benimse "kesinlikle ölmeden görmeniz gereken yer" diye bahsettiğim Pokut Yaylası ve daha niceleri... Sözlerin kifayetsiz kaldığı yerlerde, "anlatılmaz yaşanır" denir ya hep, aynen öyle işte... Karadeniz sadece yaşanır, anlatmak boşuna!


Arhavi'deki, "ulaşılması zor" anlamına gelen Mençuna Şelalesi'ni, Kaçkarların ve Karadeniz'in aynı anda görülebildiği Huser Yaylası'nı, temmuzun sarı sıcağı  sahilleri ve kent insanını bunaltırken, Uzungöl'ün serin yaylalarında oksijen kürüyle sağlık yürüşleri yapıp, karların üzerinde poşetlerle kayak yapmayı, İkizdere’de üstümüze kar ve yağmur yağarken yaptığımız kaplıca keyfini, Fırtına Deresi'ndeki rafting heyecanını, Kavrun Yaylası'ndan başlayıp, Çengovit Gölleri'ne yaptığımız gidiş dönüş 6 saatlik yürüyüşte kumanyalarımızı yerken, tura katılan misafirlerimizden Mustafa Bey'in, "hayatımda yediğim en güzel peynir ve domates bunlardı" demesini...
Macahel’in balını, mangal partilerimizi, Çayeli'nin kurufasulyesini, İbo Dayı'nın, "ben ne yaparsam onu yiyeceksiniz" deyip parmaklarımızı yediğimiz yemeklerini, Şimşirli Köyü'nde Yüksel Abi'nin fındık kabuğu ateşinde pişirdiği tadına doyamadığımız köfteleri... 
Ağustos ayında sahil yolundan geçerken yol kenarlarındaki kurutulmak için serilmiş fındıkların muhteşem görüntüsünü, çay bahçelerinde çay toplayan kadınların emeğini... Uzungöl Yaylaları'nda gezerken, aracımızın radyatörünün delinmesi sonucu yolda kalışımızı. Ne yapacağını bilmez halde, "Uzungöl'e kaç saatte yürürüz" diye düşünürken, aracın ön koltuğuna 20 litrelik su bidonu koyup, hortumla radyatöre su takviyesi yapan Karadenizli kaptanımızın yaratıcı zekasını nasıl unutabilirim ki? Ya da, "arabaya serum taktık" yorumunu...


Karadeniz sadece doğasıyla, yerel lezzettleriyle değil; asıl insanıyla gönlünüze taht kurar. Kimi zaman yaratıcılığyla, kimi zaman da fıkralara konu olan eğlenceli düşünce sistemiyle... Bozuk yayla yollarına çıkarken misafirlerin korktuğunu fark eden Karadenizli minibüs şoförümüzün yolcuları sakinleştirmek için “Ben her yıl 3 defa kaza yaparım, bu sene 3 tanesinide yaptım rahat olun” demesi fıkralara konu olur mu? Olur :) Ayderde kaldığımız Sis Otel'in yeğeninin otelin önüne park ettiği aracın tüm camları açıkken, kapıyı kilitlemesi!... 
 Daha neler neler... Hepsi nasıl anlatılır/yazılır? "Anlatılmaz, ancak yaşanır"... 
Sevgili Kazım Koyuncu’nun dediği gibi; "Hey gidi Karadeniz, doldun da taşamadun, etmiyelum sevdaluk, edenler yaşamadı" sözleri her zaman dilimde ve aklımdadır. Ama ben "sevdalandum" işte bu dağlara, göllere, çiçeklere, şelalelere, yollara, insanlara...



Karadeniz'den gitme vakti geldiğinde, içime ince bir sızı düşer. Kalbimin bir yanı hep orada kalır. 2003 yılında geçirdiğim kalp ameliyatı öncesi doktoruma ilk sorduğum soru; "bi daha karadenize gidebilecekmiyim? Karadeniz sevdamın gerisini, siz düşünün artık :)
ey Gidi Karadeniz... Kalbimin ve ruhumun efendisi...



Kaynak: Arif ÇAKIR - Leyleğin Güncesi
WATERSTATION SU ARITMA TEKNOLOJİLERİ - 0850 532 0282