tur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2017

TURİZM: KUZEY İZLENİMLERİ

ZAMAN TÜNELİNDE İSKANDİNAVYA YOLCULUĞU

Pınar YAMAÇ
Tempo Tur'un " İskandinavya gezisi' ne Temmuz 2011'de katılmıştım. Düşünüyorum da kaç yıl geçmiş üstünden!  Her ne zaman aklıma gelse sanki bir film şeridi gibi gözümün önünden alabildiğince  uzanan  yeşillikler, göller, yükseklerden köpüre köpüre  inen şelaleler, uğultularla  akan dereler, oya gibi işlenmiş girintili çıkıntılı kıyılar ve dağ tepelerini kucaklayarak saran bulutlar , aşağıya doğru beyaz bir tül gibi inen  sisler geçer.
Ve ben  " Zaman Tünelinde " her günü  her gezdiğim yerde tekrar yaşar gibi olurum. 






İlk aklıma gelen; geziye katılanlar, Tempo Tur yöneticileri ve Tur Lideri ile bilgilendirme toplantısıdır. Bu toplantıya aynı zamanda  yol arkadaşlarıyla karşılaşma toplantısı  da denilebilir. Bundan bir hafta sonra da hep beraber Tempo Tur önünde bizi bekleyen otobüse binip Esenboğa Hava Limanı'na transfer.Daha sonra da Atatürk Hava Limanı'ndan Helsinki' ye uçuş. Her şey o kadar güzel programlanmış ki en ufak  bir aksama yok.


Helsinki'de bir gece kalınıyor ve ertesi gün hızlı bir panoramik  şehir turu var programda. Ertesi sabah bize katılan Finlandiyalı yerel rehber; eşinin görevi nedeniyle bir süre İstanbul'da yaşamış  ve bu süreçte çok da güzel Türkçe öğrenmiş. Hep beraber Katedral Meydanı'ndan başlayıp  Sibelius Parkına kadar geziyoruz. Sibelius Finlandiyalı'ların gurur duydukları dünyaca ünlü bir besteci. Bu park onun anısına yapılmış. Park'ta  yan yana getirilmiş parlak metalik borulardan   oluşan soyut bir org heykeli var. Görünümü bence soyut bir ağaç gibi. Bu heykel beğeni almayınca  daha sonra   gene parlak bir metal plaka üzerine kabartma bir Sibelius Mask'ı yapmış. heykel sanatçısı.





Bu parkta bir de mini konser dinleme şansımız oluyor. Önünde nota sehpası olan Finlandiyalı 8-10 yaşlarındaki sarışın bir çocuk Trompetle il Slenzio'yu çalıyor. Hem de hiç hatasız ve çok etkileyici bir müzik yayılıyor dalga dalga uzaklara... Bu minik sanatçı kesinlikle bütün turist gruplarının ilgi odağı olmuş çok kısa bir zamanda. Biz oradan ayrılırken  de çevresindeki dinleyici halkası gittikçe genişlemeye devam ediyordu. 




Parktan çıkıp yerel rehberimizle vedalaşırken bize bir de tavsiyesi vardı. "Finlandiya'dan ayrılmadan çikolata almayı unutmayın. Bayramda misafirlerinize ikram edersiniz  Geisha marka çok güzeldir" demişti. Böylece, biz de karşımıza çıkan ilk markete girip kendimize bir çikolata tadım zamanı ayırmayı ihmal etmedik. O akşam üstü bizi Stockholm'e götürecek gemiye binip kabinlerimize yerleştik. Sonra da güverteye çıkıp limandan ayrılırken uzun uzun bu kentin gittikçe solgunlaşan ve bizden uzaklaşan silüetine baktık. Artık Baltık Denizi 'ne doğru açılıp Stockholm'e doğru yol alıyorduk. Akşam yemeği sonrası gezinirken, birden bire kendimizi geminin yüksek tavanlı yaşam sokağında bulduk, Duty Free shop'ları, marketleri, giyim mağazaları, pizza restoranı ve hediyelik eşya satış noktalarıyla cıvıl cıvıl, ışıl ışıl bir alandı burası.



Daha doğrusu bir AVM' nin hafta sonu canlılığı vardı burada. Uzun ve yorucu bir gün sonunda çok yorgunduk ve bir süre sonra kabine gidip uyumayı tercih ettik.
                           
  
Ertesi sabah kahvaltı sonrası valizlerimizi alıp yavaş yavaş çıkış hazırlığı yapmak üzere geminin Stockholm 'deki çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladık.Tur liderimiz Murat Tiryaki  de geldi az sonra. Üzgün bir yüz ifadesiyle bize Oslo'da bir terör saldırısı nedeniyle ölenler ve yaralılar olduğunu söyledi.Tempo Tur'dan aradıklarını ve bizden önceki bir Türk grubun  sorunsuzca Oslo'ya  giriş yaptığını iletti. Bu olay hepimizde şok etkisi yapmış ve suskunlaşmıştık birden bire.
                                                                                  
Stockholm'e gemi yanaştıktan sonra limanda bizi bekleyen "Tempo Tur" otobüsüne binip   hemen panoramik şehir turuna başladık.İlk gittiğimiz yer Gamla-Stan ( Eski Şehir) idi. Oradaki eski ve renkli yapıların resmini çekip  gezintimize devam ettik. Belediye Sarayı, Kraliyet Sarayı, Müzeler ve Parklar Adası, Elçilikler Bölgesi'ni gördükten sonra otelimize valizleri  bırakıp Skansen'e gitmek üzere yola çıktık. Füniküler lle yukarı çıktığımızda kendimizi  tarihi bir açık hava köyünde, daha doğrusu  bir açık hava müzesinde bulduk.Her yerde üstlerinde belli bir dönem kostümleri olan bahçede çalışanlar, ellerinde kovalarla bir yerden başka bir yere giden sütçü kızlar, hayvanat bahçesi, içinde insan olmayan dükkanlardan birinde tezgahta yeni yapılmış makarna hamurları, kurabiye hamurları vardı. Her şey o kadar gerçekti ki sanki dünden bu güne  hiçbir şey değişmemiş ve aynen öylece kalmıştı. Yukarı doğru uzanan sokakların iki yanında  bakımlı eski evler yer göze çarpıyordu... Yapay dereler,üstünden geçilen köprüler, gölge veren büyük ağaçlar vardı her yerde...





İlginç  bir rastlantı olarak da Skansen'de  bir moda dergisi için mankenlerle çekim yapılıyordu. Kısa bir süre çekimi izleyip fotoğraf da çekme fırsatı bile bulduk.
Otelimize dönerken yol üstünde gördüğümüz bir pizzacıya girip hem yemek hem de dinlenme molası verdik. Gruplar halinde masalara oturup konuşurken yanımıza önce garsonlar, sonrada restoran sahibi geldi. Onlar da Türkiye'den  gelmişler ve buraya yerleşmişler. Konuşurken sipariş vermediğimizi fark ettik bir süre sonra. Pizzalarımız geldiğinde  üstlerini bol malzeme ile tablo gibi süslediklerini fark ettim. Gerçekten çok özenerek hazırlamışlardı ve bu bize çok özel bir dostluk gösterisiydi.


Ertesi sabah bizi Oslo'ya götürecek olan otobüs otelin önünde hazır bizi bekliyordu. Şehir dışına çıktıktan sonra göz alabildiğince uzanan yemyeşil tarlalar, yeşilin her tonundaki ağaçlar uzanıp gidiyordu. Yol boyunca zaman zaman yağmur yağdı bazen de hafiften bulutlar aralandı ve güneş sıcak yüzünü gösterdi. Öğle yemeği  için Karlstad 'da mola verildiğinde gene yağmur yağıyordu. Acele bir yer aradık. Sokaklar çok tenhaydı. Bir yan sokakta bir McDonalds bulunca çok sevindik. Hızla  içeri girip kendi aramızda ne yiyeceğimize karar vermeye çalışırken orada çalışan bir genç kız geldi yanımıza ve "Yardım edebilir miyim ?" diye sorunca birbirimize bakıp gülümsedik. İşte gene bir Türk çıkmıştı karşımıza bize dostça yaklaşan. 

Merve, ailesiyle birlikte yaşayan, yaz aylarında çalışıp, okul zamanı da öğrenci olan bir Türk kızıydı. Hamburgerlerimizi hızla yedikten sonra oradan Merve'ye teşekkür ederek ayrıldık. Yol boyunca hep yağmur yağdı. Bazen damla damla bazen de çok. Gezdiğim hiçbir yerde bu kadar çok şelale görmemiştim. Burası şelaleler ülkesiydi, bana göre. Dikkatimi çekip merak ettiğim bir şeyi de tur liderimiz Murat Bey'e sordum. Tarlalarda yemyeşil otların üstünde, beyaz renkli silindir şeklinde bidon gibi objeler vardı. Bunlar; çiftçilerin yaz aylarından samanları sıkıştırarak, paketleyip kış gelip havalar soğuyunca hayvanlarına verdikleri yiyecek paketleriydi. Akşamüstü Oslo'ya ulaşıp otele yerleşme sonrası yemek yiyecek bir yer bulmak için dışarı çıktığımızda gözümüze ilk çarpan  suskun bir insan seli oldu. Genç-yaşlı yüzlerce Oslolu ellerinde mumlar ve kırmızı karanfillerle aynı yöne doğru yürüyordu. Endişeli ve dalgın bakışlarında duydukları büyük acı açıkça belli oluyordu." Barış'ın ana vatanı  olan Norveç'te " böyle bir olay asla olmamalıydı diye düşündüm kendi kendime...

Ertesi sabah Oslo'da da her şehirde olduğu gibi gene şehir turumuz vardı. Holmenkollen. Kayakla atlama kulesine gitmek üzere yola çıktık. Kış dönemi küçük çocuklar bile kayak sporunu  yaparmış Norveç'te. Hatta çocukların anne ve babalarından aldıkları ilk hediyelerden biri de kayak takımıymış. Oslo'da yaşayanların hafta sonu tercihi bu kayak merkeziymiş. Ancak, yokuş yukarı tırmanmak da gerekiyor sanırım. Temmuz'da gitmemize rağmen epeyce serindi burası. Bir çok turist grupları park eden otobüslerden iniyorlardı. Rehberimiz kule ve kayakla atlama yarışları hakkında bilgi verdikten sonra "simulatör" ile kayakla atlama heyecanını da yaşayabilirsiniz dedi. Ne yazık ki bu konuda hiç şansımız olmadı.Girişte yoğun bir kalabalık olduğu için biz bunu gerçekleştiremedik. Elimde fotoğraf makinesi ile dolaşarak kule çevresinde resim çekmeye başladım.





Kulenin altından sol tarafa doğru yürüyünce bir platform üstünde birden bire bir köpek heykeli çıktı karşıma .Çok şaşırmıştım ve öylesine canlı öylesine kıpır kıpır bir görünümü vardı ki sanki önümden atlayıp kaçıverecek gibiydi. O anda fotoğrafını çektim. Bir an için yoksa burada da bir "Hatchiko" öyküsü mü yaşandı diye düşündüm kendi kendime." Hatchiko" Japonya'da bir Japon Profesör'ün köpeğiymiş. Bu minik köpek her sabah Profesör Üniversiteye giderken. onu metroya kadar geçirir ve akşam da gelip karşılarmış. Bir akşam profesör metrodan çıkmamış. Daha sonraki günler de gelmemiş.

Profesör Üniversitede ölmüş fakat Hatchiko onu beklemeye devam etmiş. Dokuz yıl boyunca o hep oradaymış ama bir sabah metronun çıkış kapısında Hatchiko'yu ölmüş olarak bulmuşlar. Tokyolular bu sadık köpeği hiç unutmamışlar. Shibuya metrosunun çıkış kapısına onun bir heykelini yaptırıp koymuşlar. Bu  heykelin önündeki kapı da şimdi " Hatchiko "çıkışı olarak anılmaktaymış. Bu da kesinlikle Holmenkollen'in köpeği olmalıydı Öyküsü ne olabilir gibi bir sürü soru kafamın içinde dönüp dolaşırken  ansızın bir ses duyunca arkamda duranları fark ettim. Küçük bir Japon grubuydu. Hatchiko'yu mu hatırladınız ? diye sordu biri bana. Evet diye cevap verdim şaşkınlıkla O sırada başında kasket, üstünde  bir eşofman olan bir genç bize yaklaştı. Ben, elimle bu heykeli işaret edip bu köpek nedir ?  diye sordum. Gülümseyerek anlatmaya başladı. Gerçekten çok ilginç bir hikayesi vardı.



Bu köpek çok minikken karlar arasında yolunu kaybetmiş. Kuleye gelen yol üstünde ağlayıp duruyormuş. Kuleye gelen bir kayakçı genç onu alıp montunun içine koymuş.ısıtmış.buraya getirmiş. Orada ona yiyecek vermişler. O da bir daha hiçbir yere gitmemiş, hep orada kalmış. O artık kayakçıların köpeği  olmuş . o günden sonra.. Onlar kayarken çok heyecanlanıyor, çok seviniyormuş. Hatta Kayakçılarla beraber o da kayıyormuş.Çekilmiş fotoğrafları da olduğunu söylediler. Ancak, bu kadar kısa bir zamanda bu öykünün hangi yıllara ait olduğunu öğrenemedim. Şu anda hayatta olmayan bu köpeği de kayakçı dostları unutmamış ve bu heykeli yaptırarak "Holmenkollen'in Köpeğini" ölümsüzleştirmişlerdi anladığım kadarıyla...

Bundan sonra göreceğimiz yer olağanüstü bir açık hava müzesiydi. Frogner Park yani Vigeland  Park'dı. Ünlü heykeltraş Gustav Vigeland  yaşamını bu park için adamış ve dünyada bir benzeri olmayan bir  açık hava heykel  müzesine imza atmıştı. Park girişinde ilk gözüme çarpan onun heykeliydi. Gelenleri selamlar gibi oradaydı. Çok geniş bir alana yayılmış olan heykellerin çoğu granitten yapılmış çıplak ve cüsseli heykellerdi. Vigeland'ın   doğum, büyüme ve ölüm gibi temalarla yaşam döngüsünü vurgulayan heykellerinin yanında çok duygusal mesajlar veren heykelleri de göze çarpmaktaydı. Ben, Vigeland'ın oğlu ile beraber tasvir edilen heykel grubundan çok etkilenmiştim. Şefkatle elini oğlunun omuzuna uzatıp nasihat ederken genç çocukta biraz tedirgin, biraz çekingen bir ifade hissetmiştim. Bir başka heykel grubunda ön planda göze çarpan bir erkek ve bir kız çocuğun bir birlerine bakarken yüz ifadeleri çok dikkat çekiciydi.Bu açık hava müzesinde en çok bilinen heykellerden biri de "kızgın çocuk ". Bu tam anlamıyla küçük bir çocuğun öfkesinin, kızgınlığının dışa vurumu. Böylesine güçlü bir anlatım  gerçekten kolay olmamalı diye düşünüyorum. O kadar gerçekçi ve bir o kadar da etkileyici bir anlatımı var ki uzun uzun bu heykele bakarken o çocuğun sesini duyar gibi hissettim uzaktan uzağa... Yolun sağı ve solundaki heykellere bakarak ve uzun uzun inceleyerek yürüdükten sonra karşımıza ilginç bir fıskiyeli havuz çıkıyor.. Bunun etrafında da ağaç, bitki ve insan figürleri göze çarpıyor. Monolith ise arkada bir platform üstünde çok yüksek bir granit sütün ve üstünde bir birine sarılmış ve tepeye doğru uzanan 126 insan figürü yer alıyor. Sanırım bu eserin yüksekliği 17 metreydi.Bence Vigeland Park'ı bir defa gezmek yetmez  Oslo'ya her ne zaman yolunuz düşerse kesinlikle tekrar tekrar görülmesi gereken bir yer. Benim  2015 yazında Cruise ile Oslo'ya da tekrar yolum düşünce gene görme şansım oldu. Ancak Vigeland'ın " Baba ve Oğul" heykel grubunu göremedim. Geminin rehberi; Belki kapalı müzeye alıp onun yerine bir başkası getirilmiştir " dedi. Gene sınırlı bir zaman için oradaydık ve kapalı müzeyi görme şansımız da olmadı.
     
Oslo'da " Viking Gemi Müzesi", kraliyet Sarayı da görülmesi gereken yerler arasında. Belediye Binası ve Önünde ünlü yazar Henrik İbsen'in  heykeli olan National Theatre'ı da görmeden geçmedik. İskandinavya ülkelerinde yazarlar, sanatçılar ve bestecilerin ölümlerinden sonra da unutulmamaları beni çok duygulandırdı... İşte ölümsüzlük bu, onlar hala eserleriyle  yaşamaya devam ediyorlar diye düşündüm. kendi kendime.. Ertesi sabah gene yolculuk başlıyordu. 



Kahvaltı sonrası valizlerimizle otelin önündeydik. Otobüsümüzün kaptanı değişiyordu. Bergen ve tüm fiyordlar bölgesini çok iyi bilen yeni bir kaptan gelmişti. Elinde; evrak çantası, yol haritaları ve yedek elbise torbasıyla bindi otobüse. Bence bu yeni kaptan daha çok bir büyük şirketin CEO'su görünümündeydi.

Oslo'dan çıktıktan sonra tekrar yeşillikler, sayısız  şelaleler, hızlı hızlı akan dereler,müthiş dağ manzaraları arasında bulduk kendimizi.. Birara bir kamp alanında hem resim çekme hem de dinlenme molası verdik.Şelalelerin ve oluşan derelerin sesi inanılmaz  bir huzur  veriyordu insana demek ki zaman zaman büyük şehirlerden uzaklaşıp o trafik kargaşasından, arabaların korna seslerinden  bir süre için uzak kalmak. hepimiz için bir rahatlama oluyormuş. 
Akşam üstü artık Bergen'e yani Norveç'in ikinci büyük şehrine ulaşmıştık. Otelimizin yeri çok güzeldi ve hemen çıkıp bir yerleri görebilirdik. Biz de öyle yaptık.Otelden çıkıp biraz yürüdük.Bizi orada en çok şaşırtan sokaklarda yürüyen insanlar arasında evcil hayvanlar gibi martıların dolaşmasıydı. Önce bir banka oturduk ve çantamızda olan  bisküvilerden attık. Birisi uçup geldi bize doğru ve arkasından da başkaları korkusuzca yaklaştılar. Demek ki burada martılarla insanlar arasında böyle bir dostluk oluşmuştu.


Bir yerden bir sandviç alıp otele dönmeden önce  caddenin sonunda çiçekli  bir park gibi görünen bir yere doğru yürüdük. Orası ne yazık ki park değildi. Oslo'daki Terör kurbanları için bir anma köşesiydi.Her tarafta güller-kırmızı karanfiller, yanan mumlar, kağıtlara yazılmış  mesajlar vardı. Ayrıca sessizce dua edenler de çoktu.Biz de barış içinde yaşanacak bir dünya için en içten dualarımızla oradan ayrıldık.



Ertesi sabah Bergen turuna başladık. Bergen'i tepeden kuş bakışı gören Flayen Tepesine füniküler ile tırmanınca müthiş bir Bergen manzarası ile buluştuk. Limanda demirli pek çok kurvaziyer dinleniyordu gün boyunca.. Parlak güneşli, bir gündü. Ve pek çok fotoğraf çektikten sonra tekrar geri dönüp gezimize devam ettik. Eski Bergen Limanı, eski ahşap yapılar ve en eski yapı Meryem Kilisesini  gördükten sonra Tur Liderimiz Murat Bey'in verdiği serbest zamanı değerlendirip çevreyi dolaşmaya başladık. Orada çok güzel bir Balık Pazarı vardı ve her çeşit deniz ürünü hemen seçiyorsunuz ve önünüzde pişiriyorlar. Müthiş lezzetli ve taze deniz ürünlerinin tadını hala hatırlıyorum.

                                                
Şu ana kadar, böyle sade masa ve sandalyelerde oturarak bu kadar keyifli yemek yediğim her halde yok denilecek kadar azdı diye düşündüm oradan ayrılırken.

Ertesi sabah gene yola çıkıyoruz. Kahvaltı sonrası her zamanki gibi otel önünde yolculuğa hazır bekliyoruz.Bu defa rotamız. Voss üzerinden Gudwangen oradan da Norveç'in en uzun fioyrdunun bir kolu olan Naerofiord'da ulaşıp  gemi  ile  iki saat boyunca geziyor, çevreyi izliyor ve fotoğraf çekiyoruz. Bu güzelim  doğa parçasında yaşadığımız her dakikanın tadını çıkarıyoruz... Mavi ve yeşilin her tonu bir birine karışmış.Yüksek tepeleri sarıp sarmalayan bulut mu  yoksa sis mi ? Hiç anlaşılmıyor. Güvertede gözlerimiz renk cümbüşüne takılmış bu güzelliği içimize sindirmeye çalışırken rüzgar hafiften ıslık çalarak sürekli esiyor ve saçlarımız darmadağın oluyor. O anları fotoğraf çekerek daha sonra da hatırlamak istiyoruz. Bundan sonra programımızda müthiş bir yolculuk var. ''Flam Treni" ile Flam - Myrdral arasında 20 km lik bir yolculuk yapıyoruz. Flam Treni bu gezinti sırası yavaş yavaş tırmanırken  bir ara 865 metre yüksekliği bile buluyor. Trenin yol boyunca her iki tarafından da akıp giden manzaraların ne yazık ki video kaydını yapamıyorum.. Tren bir istasyonda duruyor. Çok Müthiş, çok güçlü bir şelale iniyor uğultularla, gürültülerle. Yükseklerden kayaların üstünden atlayarak ve istasyonun önündeki platform'un  altından güçlü  bir ırmak olup akıp gidiyor. Şelalenin en üst noktasında bulutlar, sis ve akan gür suyun köpükleri bir birine  karışmış.. Biz bu görüntüyü hayranlıkla izleyip resim çekmeye çalışırken şelalenin güçlü sesini bile bastıran bir müzik yükseliyor birden bire.

O anda inanılmaz bir görüntü beliriveriyor karşıda sağdaki kayalıklar üstünde" kırmızı uzun elbise giymiş bir genç kız dans ediyor." Gerçek mi yoksa bir ışık oyunu olabilir mi diye düşünüyorum. Tabii ki resim çekmeyi de hiç ihmal etmiyorum.. Az sonra o kız kayboluveriyor birden bire. Çok geçmeden  gene kırmızı elbiseli bir başka kız dans etmeye başlıyor ama  bu defa sol taraftaki kayalıklar üstünde. Hayranlıkla bu dans gösterisini izlerken  epeyce de ıslanıyoruz şelaleden serpilen sularla. Sonra birdenbire müzik bitiyor ve o kız da kayboluyor kayalıkların tepesinde. Biz hala  tepelere bakarken şaşkın bir şekilde tren görevlisi bir düdük çalıp  trenin hareket edeceğini hatırlatıyor ve biz de dönüyoruz trene.. Bu yolculuk sonrası trenden inip bizi bekleyen otobüsümüze biniyor ve Geilo'ya doğru yol almaya başlıyoruz.. Geilo 'da sadece bir gece kalıp tekrar Oslo'ya doğru yola çıkacağız.Yol boyunca  yeşil alanlar, ağaçlar ve buzları çözülmüş göller görünüyor ve akşam üstü alçalan güneşin ışık oyunlarıyla değişik renkler oluşuyor göller üstünde. Geilo Norveç'in  önemli kayak merkezlerinden biri fakat yaz dönemi, tamamen boş görünüyor. Kaldığımız tek otelde bizden başka çok az sayıda misafir var. Otelin çevresini geziyoruz. Bir sokak boyunca sağlı sollu ufak bungalov tarzı  tek katlı binalarda hiç kimse yok. Ertesi sabah tekrar yolculuk başlıyor. Oslo'ya kadar uzun bir yolculuk var. Yol boyunca bir yerde mola veriyoruz.  Hadeland Cam Fabrikası tesislerinde biraz olsun yorgunluğumuzu atıyoruz Tur Liderimiz. Murat Bey'in önerisiyle kafeteryada önce deniz ürünleri çorbası içiyoruz.



Gerçekten çok lezzetli, güzel bir çorba. Sonra fabrikanın satış mağazasında çok ilgi çekici cam ürünler görüyoruz. Ayrıca bir köşede de Norveç'in  ünlü el örgüsü bere, eldiven, hırka, kaşkol gibi  ilgi çekici ürünler yer alıyor. Sonra tekrar otobüsümüzle yola çıkıyoruz.


.Akşam üstü Oslo Limanına ulaşınca kaptanımıza teşekkür ederek otobüsten ayrılıyoruz. Gemiye biniyoruz ve gideceğimiz liman Kopenhag.. Akşam yemeği sonrası kabine gidip dinlenmeyi tercih ediyoruz. Sabah kahvaltısı sonrası gezimizin son durağı Kopenhag'dayız.. Panoramik şehir turu gene var gezi programımızda. Önce " Küçük Deniz Kızı heykelini" görüyoruz limanda. Bir kayalık üstünde suskun ve dalgın tek başına. Danimarkalı ünlü yazar  Hans Christian Andersen'in ünlü çocuk masallarından birinin kahramanı bu "Küçük  Deniz Kızı Yeryüzünde bir Prens'e aşık olup" Deniz Ülkesine dönememiş ve sonsuza kadar suskun kalmıştır. Masal da olsa hüzün veriyor insana böyle bir heykele bakmak bile. Sonra Rosenborg şatosu, Christianborg Şatosu gibi görülmesi gereken yerleri görüyoruz. Sonra Tivoli Otele gidiyor ve valizlerimizi bırakıp Tivoli Bahçelerini  görmek üzere tekrar yola çıkıyoruz.


Otel'in Tivoli Bahçeleriyle  bağlantısı olduğu için dönüşte otel'in Shuttle servisinden yararlanıyoruz. Tivoli'de her yaştan insanın kendine göre vakit geçireceği değişik alanlar var. Yeme-içme için pek çok alternatif mevcut. Yürüme alanları ve oturacak banklar koymuşlar park içine Bizim için en büyük şans o akşam üstü saat 5'de marşlar çalarak gösteri yürüyüşü yapan" Tivoli Çocuk Bandosu'nu" izlemek oldu.


Ertesi sabah Danimarka'ya veda edip yola çıkarken "bir rüya gördüm çok da güzeldi "diye düşünüyordum. Kopenhag'dan İstanbul'a ve sonra da İstanbul'dan, Ankara'ya uçuyoruz. Esenboğa'da bizi Tempo Tur'un otobüsü karşılıyor ve bizi getiriyor Tempo Tur önüne. Sonra vedalaşmalar başlıyor bir başka turda buluşmak ümidiyle.

  

Kaynak :Pınar YAMAÇ / Leyleğin Güncesi

GEZİ: İYİ YOLCULUKLAR..

Sidney’e Gitmek İçin çok Neden var.. İşte 10 neden..

Avustralya‘nın en popüler şehri Sidney, ikonlaşmış dünyaca ünlü yapıları, dünyanın farklı yerlerinden aldığı göçle birlikte oluşmuş kozmopolit atmosferi, upuzun plajları ve rahat yaşamı, doğa, kumsal ve şehir hayatının iç içe olduğu uyumu ile insanı kendine hayran bırakan; modern şehir hayatının nasıl keyfili olabileceğinin en güzel örneklerinden birisi.
Dünyanın ucunda olmasından mıdır bilinmez, Sidney’de gerilimsiz ve rahat bir yaşam tarzı var. Dünyanın en gözde turistik destinasyonlardan birisi olan Sidney, dünya şehirleri yaşam kalitesi sıralamalarında ilk 5’te yer alıyor. Sidneysiders olarak tanımlanan Sidneyliler ise, sohbet etmeyi, kahkaha atmayı seven enerjik ve dost canlısı insanlar. Şehir capcanlı; her zaman bir yerlerde festival veya etkinlik düzenleniyor.

Bondi Beach




Bondi-Beach-Sydney
Bondi Plajı, Sidney


Sidney bembeyaz kumsalları olan çok sayıda irili ufaklı koylar ile çevrelenmiş bir şehir. Sidney’de bulunan 100’e yakın plajların en ünlülerinden olan Bondi Plajı, sörf tutkunlarının en gözde sahili. Şehir merkezine sadece birkaç km uzaklıkta yer alan, Bondi’de yaşam tam bir tatil kasabası atmosferi hissettiriyor.
Plaj, sörf yapan, dalgalara karşı kürek çeken, paten kayan, güneşlenen, flört eden gençlerle dolup taşıyor. Yüksek dalgaların arasında tüm hünerlerini sergileyen yetenekli sörfçüleri izlemek oldukça keyifli. Plaj paralelinde uzayan Campbell Parade üzerinde ise canlı kafeler, oteller, butikler, publar yer alıyor. Pasifik Okyanusu kıyısında altın rengindeki kumuyla 1 km uzunluğunda yay gibi uzayan Bondi Plajı, 2000 Yaz Olimpiyatları’nda voleybol karşılaşmalarına da ev sahipliği yapmıştı.

Darling Harbour




Darling-Harbour-Sydney
Darling Limanı, Sidney

Darling Harbour, Sidney’in en eğlenceli duraklarından birisi. Yüzlerce restoran, kafe ve alışveriş mekanına ev sahipliği yapan Darling Harbour (Darling Limanı), hareketli bir panayır alanına benziyor sanki, şehrin en cıvıl cıvıl çekim alanlarından birisi.
Sidney’in batısında bulunan Darling Limanı’da ünlü Sydney Akvaryumu, Wild Life Sydney Zoo, Ulusal Denizcilik Müzesi, Madame Tussauds Müzesi, Çin Bahçeleri ve Tumbalong Parkı bulunuyor. Sydney Eğlence Merkezi, IMAX Sinemaları, su sporları merkezi, dev fuar merkezi, marina, oteller, çeşitli eğlence mekânları ile kentin canlı ve turistik noktalarından biri. Sidney’in bu gözde bölgesinin King Street ve Cockle Bay iskelelerinde sıralanan çok sayıdaki restoran, farklı ülke mutfaklarından lezzetlerin keşfedileceği en güzel adreslerden birisi.

Sydney Opera House




Sydney-Opera-Binasi
Sydney Opera Binası

Sydney Opera House, hiç kuşkusuz dünyanın en göz alıcı yapılarından birisi. Port Jackson’ın Harbour Bridge ile kesiştiği noktadaki burunda yer alan Sydney Opera Binası, Danimarkalı mimar Jørn Utzon tarafından dizayn edilmiş. Eserin yapımına 1957 yılında başlanmış ve aradan geçen 16 yılın ardından, Sidney ile özdeşleşen bu nefes kesici yapı 1973 yılında tamamlanmış.
20. yüzyılın en önemli mimari eserlerinden biri olarak kabul edilen Sydney Opera Binası, her görkemli yılbaşı kutlamalarında ekranlarımızda yer alıyor. Haziran döneminde kutlanan, coşkulu ses ve büyüleyici ışık şovlarının yapıldığı Avustralya’nın premier festivallerinden Vivid Sydney Festival’ine de ev sahipliği yapıyor. Her yıl 4,5 milyon insanın ziyaret ettiği Sydney Opera Evi performanslarını ise yılda 1,5 milyondan fazla kişi izliyor. Modern dünyanın harikaları arasında sayılan, dış görünümü denizde süzülen yelkenlileri andıran bina, UNESCO Dünya kültür Mirası Listesinde yer alıyor.

Sydney Harbour Bridge




Sydney Harbour Bridge
Sidney Harbour Bridge

Harbour Bridge, Sidney’in karakterini oluşturan ikonlaşmış tasarımlar arasında yer alıyor. The Rocks ile Sidney’in kuzeyini birleştiren köprü, şehrin en iyi manzaralarının deneyimleneceği yerlerden birisi. 134 metre yüksekliğiyle dünyanın en geniş çelik köprüsü olan Harbour Bridge, kemerleri üzerinden 3 saat süren tırmanış sonrasında görülecek kuşbakışı Sidney şehir manzarası ise eşsiz. Harbour köprüsü üzerinde yer alan yaya yolunun Pylon Lookout yerinde, köprünün inşası hakkında bilgiler sunuluyor. 1400 işçinin çalıştığı 8 yıllık inşaatın sonunda 1932’de hizmete açılmış.

The Rocks




The-Rocks-Sidney
The Rocks, Sidney

Avustralya doğum yeri olarak tanımlanan The Rocks bölgesi, Sidney’in ilk yerleşimi olması nedeniyle tarihi ve kültürel anlam taşıyor. 1788 yılında Kaptan Arthur Phillip tarafından kurulan ilk beyaz yerleşim alanı olan The Rocks, sömürge dönemi mimarisi ile uyumlu inşa edilen yeni yapıları ile kendine özgün bir kimliğe sahip. Barlar, restoranlar ve Aborjin kültürüne dair hediyelik mağazaların sıralandığı Dar kaldırımlı sokakları ile keşfedilmeyi değer bir yer.
Yaklaşık 30.000 yıl önce Asya’dan adaya göç eden Aborjinlerin ana yurdu olan Avustralya’nın modern tarihi ise, 1788’de İngilizler tarafından bir cezaevi kolonisi olarak kurulması ile başlıyor. Adanın ilk batılı yerlileri 1788’de 8 aylık bir deniz yolculuğu sonrası ilk donanma gemisi ile gelen 750 mahkum ve 250 denizci muhafız. Bu sürgün kolonisinin suçlu geçmişinin mirası The Rocks bölgesinde yer alan Town Hall’da görülebilir. Opera Binası’nın tam karşısında yer alan, ilk yerleşim yeri The Rocks bölgesinde, 19. Yüzyıldan kalma kalıntılar bulunuyor. Ayrıca, Sydney Gözlemevi, hafta sonu pazarı ve çeşitli sanat galerilerine ev sahipliği yapıyor.
Taronga Zoo



Taronga-Zoo
Taronga Zoo

Taronga Hayvanat Bahçesi, gördüğüm hayvanat bahçeleri arasında açık ara en güzeli. 28 hektarlık Taronga Zoo ve Featherdale Wildlife Park’ta 2200’den fazla hayvan bulunuyor. Ülkenin simgesi kanguruları, uyuşuk koalaları, gürültücü ve asabi Tazmanya canavarı gibi Avustralya’ya özgü hayvanların yanında, diğer nesli tükenen nadir hayvanları sağlıklı ve geniş bir ortamda görmek mümkün.
Circular Quay bölgesine bakan nefis manzarasıyla eşsiz bir yer. Şehrin merkezi yerinde, nefis bir manzaraya sahip olan hayvanat bahçesine Circular Quay bölgesinden önce feribot, sonra da teleferik yolculuğuyla gidiliyor.

Royal Botanic Gardens & The Domain




Sydney-Domain-Sky-Tower
Sydney-Domain-Sky-Tower

Sidney, bir park ve bahçeler şehridir desek yanlış olmaz. Sydney Opera Binası’nın arka kesiminden kısa bir yürüyüş ile ulaşılabilen Royal Botanic Gardens, iş merkezlerine ev sahipliği yapan gökdelenlerle Sydney Limanı arasında geniş bir alana yayılıyor. Yiyecek sepetlerini doldurup, sabahtan akşama kadar ailecek eğlenmeyi seven Sidneylileri, botanik bahçelerinde ve parklarda eğlenirken, spor yaparken, top oynarken görmek mümkün.
Ocak aylarında Sydney Festivali’nin de mekânlarından olan park, Güney Pasifik bitkilerinin muhteşem bir koleksiyonunu barındırıyor. Park alanına ilk egzotik bitki ve ağaçlar 1816’da dikilmeye başlanmış. Sydney Harbour kıyısına kadar uzanan ve geniş bir alanı kaplayan park insanların gelip kafa dinlediği bir yer.

Müze ve Sanat Galerileri

Müzeler ve sanat galerileri, insan, kültür, sanat, tarih gelişim süreci için bir bakış açısı sağlar. Sunulan kültürel zenginlikler, yeri doldurulamaz eşsiz hazinedir. Avustralya müzelerinden her zaman övgüyle söz ederim. Sidney’de, her biri ilgiyle gezilmeyi hak eden 34’ten fazla müze ve sanat galerisi bulunuyor.
Bunlardan biri olan The Art Gallery of New South Wales, 1870’lerde tasarlanmış ve 1909 yılında halka açılmış ve 29.000 adet koleksiyona sahip; Avustralya’da en iyi sanat müzelerinden birisi. Avustralya, Asya , Aborjin ve çağdaş Avrupa sanatının kalıcı koleksiyonlarına yer veriyor.
Sidney Çağdaş Sanatlar Müzesi (Sydney Museum of Contemporary Art) ise çağdaş sanatlara dair, hem Avustralya’dan hem de dünyanın birçok noktasından çağdaş sanat eserlerini barındırıyor.
Avustralya’nın ilk müzesi olan Australian Museum ise bölgenin antropolojik tarihine ışık tutuyor. 1827 yılında kurulan müze, Aborijinler hakkında bir çok bilginin edilebileceği yerlerden birisi. Australian National Maritime Museum, ise ilk koloni gemilerinin modellerini yakından incelenebileceği bir yer.

Blue Mountains




Blue Mountains, Sidney
Blue Mountains, Sidney

Sidney’in 103 km batısında yer alan Blue Mountains, mistik ve vahşi dokusu ile, Avustralya’nın en büyük kanyonu. Okaliptüs ormanları, yeşille gökyüzü mavisinin birbirine karıştığı manzaralar ve nesli tükenen hayvan türlerinin buluştuğu 1.000 km’lik alana yayılan Blue Mountains, 2.000 yılında beri UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alıyor.
Aborjin (Avustralya yerlisi) efsanesine göre (Three Sisters), Katoomba kabilesine mensup bu 3 kız kardeş, komşu kabileden 3 oğlana aşık olur. Ama kabile yasaları gereği evlenmelerine izin verilmez. Bunun üzerine 2 kabile arasında savaş başlar. Katoomba kabilesinin büyücüsü, kız kardeşleri korumak için onları geçici olarak taşa çevirir, fakat büyücü savaşta hayatını kaybedince, kız kardeşleri tekrar insana çeviremeden ölür.
Rüzgar erozyonu ile oluşmuş kayalıkların isimleri ise Meehni (922 m), Wimlah (918 m) ve Gunnedoo (906 m). Blue Mountains bölgesi uçsuz bucaksız ormanlarla kaplı ve uzak bölgeleri ultraviyole ışınlarının, atmosferdeki bölgeye özgün partiküllere çarpıp dağılması sonucu mavi renkte görünüyor.

Yurtdışı İngilizce Eğitimi




Avustralya Dil Okullari - yurtdışı dil okulları
Avustralya Dil Okullari

Dünyanın en çekici şehirlerinden olan Sidney, sadece gezi amacıyla değil, yurtdışı dil okulları açısından da popüler bir yer. Yerel alışveriş pazarları, pırıltılı alışveriş caddeleri, renkli festivalleri ile birçok uluslararası öğrenciler için Avustralya dil okulları en iyi fırsatları sunuyor. Dünyanın farklı yerlerinden gelen genç ve dinamik öğrencilerin oluşturduğu çok kültürlü yapısı ile şehir tam bir kültür mozaiği. Dinamik şehir Sidney, sunduğu eğitim kalitesi ve yaşam şartları açısından İngilizce dil eğitimi için oldukça ilgi görüyor. Avustralya’da uluslararası bir öğrenci olmanın avantajlarından biri de, öğrencilik süresince çalışmaya izin vermesi. Yılın 340 günü güneşli olan ılıman iklimi, temiz ve deniz kokan havası, rahat atmosferi, güvenli ortamı ve yukarıda sadece bir kısmını aktardığım gezilecek yerleri ile baştan çıkarıcı bir şehir.
Sydney Opera Binası, Bondi Beach, Rocks, Sydney Harbour Bridge, Sydney Harbour, Paddy Markets, Darling Harbour, Blue Mountains ve çok daha fazlası ile Sidney, başka şehirleri kıskandıracak bir cazibe merkezi.
Kaynak: www.yoldaolmak.com

29 Ocak 2017

GİTTİ GÖRDÜ YAZDI: VİETNAM, KAMBOÇYA, TAYLAND

Anılarımdaki UZAKDOĞU

2014 yılının Ocak ayı sonunda gittiğimiz Vietnam-Kamboçya-Tayland turunun ilk durağı, 10 saat süren (Bangkok’ta durarak) uçuşun ardından ulaştığımız Ho Chi Minh City. Şehir merkezindeki otelimize yerleştikten sonra yaptığımız kısa sokak turunda ilk dersimiz gereken şey “karşıdan karşıya nasıl geçmeyi öğrenmek” oldu  evet evet karşıdan karşıya geçmek. Çünkü Vietnam dünyada motosikletlerin en yoğun olduğu ülkelerin başında geliyor. Sokaklardaki motosikletlerin sayısı o kadar fazla ki, ilk anda siz karşıdan karşıya geçerken bir ordu gibi üstünüze gelen motosikletlerin arasında ezileceğinizi düşünüyorsunuz. Çok yavaş adımlarla ilerlediğinizde ise kendinizi sapasağlam bir şekilde karşıda buluyorsunuz. Bütün o karmaşa siz adım adım ilerlerken önünüzden ve arkanızdan akıp gidiyor. 




Bu harika gezinin bize yaptığı güzel sürprizlerden biri de Vietnam’da yeni yılın kutlanıyor olmasıydı. Asya ülkelerinin çoğunda yeni yıl Çin takvimine göre kutlanıyor. Kutlamalar için Ho Chi Minh City’nin sokakları rengarenk çiçekler, heykeller ve ışıklarla süslenmişti. Vietnam halkı aileleri ile birlikte yeni yılı kutlamak ve bu güzellikleri görmek için sokaklardaydılar. Biz onların ve özellikle çocuklarının fotoğraflarını çekerken gösterdikleri ilgi ve nezaket, bu sıcakkanlı, içten insanların ülkesinde unutulmaz günler geçireceğimizin habercisiydi sanki.
Gezimizin en renkli ve eğlenceli duraklarından bir diğeri de Ben Tanh Market. Pazara girdiğiniz ilk anda burnunuza gelen kurutulmuş balık, yeni kesilmiş et ve yörenin kendine özgü baharat kokuları biraz rahatsız edici olabilir ama zamanla alışıyorsunuz. Zaten eğer kokulara ve hijyen koşullarına karşı aşırı hassasiyetiniz varsa Asya ülkelerine giderken iki kere değil, en az beş kez düşünün. Bir yanda rengarenk sebze-meyve satıcıları, diğer tarafta ilk gördüğümde epey şaşırdığım et satıcıları. Hijyen kuralları hariç her şeye rastlayabilirsiniz bu pazarda.  

http://www.bucatur.com.tr/
Kendi tezgahında, eti kestiği tahtanın üzerine ayağını koymuş oturan bu adamı gördüğümde kısa süreli şok yaşadığımı itiraf etmeliyim. Belki bu pazarda satılan yemeklerden yemek istemezsiniz ama fotoğraf için oldukça renkli, eğlenceli ve enteresan kareler yakalayabilirsiniz. Burada sadece yemek değil, giyim-kuşamdan, hediyelik eşyalara, çiçeklere kadar aradığınız/aramadığınız her şeyi bulabilirsiniz.
Asya mutfağını çok sevdiğimden tüm tur boyunca yemekler de unutulmazdı. Hayatımda ilk kez tadına baktığım passion fruit, ejderha meyvesi gibi meyvelerin yanı sıra, bugüne kadar yediğim en lezzetli ananas, kavun, karpuz buradaydı. Tur ile gitmemizin avantajlarından biri de her gün ayrı bir restorantta yediğimiz enfes yemeklerdi. Jumbo karidesler, sushiler, her türden et yemekleri, çeşit çeşit sebzelerle hazırlanmış adını bilmediğim ama tadını çok sevdiğim daha bir sürü lezzet.
Kahvaltıda klasik Türk işi kahvaltı yani zeytin-peyniri olmazsa olmayanlardansanız yine biraz zorlanabilirsiniz. Zira bir sabah kaldığımız otelin kahvaltısında, açık büfede koca kahvaltı salonu için kibrit kutusu kadar bir peynir vardı. Peynir az ama tereyağ, domastes, salatalık da yok değil. Bunlara yukarıda bahsettiğim lezzetli meyveleri ekleyerek güzel bir kahvaltı yapabilirsiniz.
Ve muhteşem Halong Körfezi! Denizin içinden yükselen irili ufaklı yüzlerce kayanın, özellikle günbatımında oluşturduğu manzara size kendinizi bir hayalin içinde hissettiriyor. Buradaki ilk günümüzde küçük teknelerle yaptığımız turda suyun üzerine kurulmuş köyleri görmek çok etkileyiciydi. Suyun üzerine yapılmış evlerde insanlar günlük hayatlarını sürdürüyorlar. Gemide konakladığımız için ertesi sabah yine muhteşem bir manzaraya uyanıyoruz. Yine küçük teknelerle yaptığımız kısa yolculuktan sonra içerisi 10 bin metrekareden daha büyük olan “Sürprizler Mağarası”nı geziyoruz. Mağara her ne kadar beni çok etkilemese de, mağara çıkışı ulaştığımız yer hem fotoğraf çekmek, hem de durup nerede olduğunuzu tam olarak hissetmek için harika. Belgesellerde gördüğünüz Halong Körfezi fotoğrafları tam olarak buradan çekilmiş olabilir.





Vietnam, Kamboçya, Tayland gezisinde beni en çok etkileyen yer şüphesiz Kamboçya oldu. Angkor Tapınakları, Siem Reap’ın kırsalında elektrik ve su olmadan tek göz odada gülümseyerek yaşayanlar ve Tonle Sap Gölü.
Buradaki yolcuğumuz dünyanın en büyük tapınak bölgelerinden biri olan Angkor ile başlıyor. Burada bulunan 100’e yakın tapınağı görmek için elbette zamanımız yok. Bu yüzden turumuzun  bizim için seçtiği 6 büyük tapınağı 1,5 günde ancak gezebiliyoruz. Angkor Wat muhteşem siluetiyle sizi karşılıyor. İçinde dolaştıkça aslında görünenden ne kadar büyük olduğuna hayret edip, yüzlerce yıl önce bu medeniyeti kuranlara saygı duyuyorsunuz. 





Angkor Wat’tan sonra en güzel tapınaklardan biri de Angkor Thom’da bulunan Bayon tapınağı. Tapınakta bulunan kulelerin her birinin üzerinde bulunan devasa gülen yüz kabartmaları insana her an izleniyormuş hissi verse de ortaya çıkan manzara çok etkileyici.
Tapınaklar arasında bulunan kırsal alanda yaşayan halk bence en az Angkor tapınakları kadar görülmeye değer. Geçimlerini buraya gelen turistlere satmak için kendi yaptıkları şekerlemelerden ve hediyelik eşyalardan sağlayan yerel halk son derece samimi. Ortak dil olmamasına rağmen o kadar rahat anlaşıyorsunuz ki, buna kendiniz de şaşırıyorsunuz. Çünkü buradaki ortak dil gülümseme. 


















Rehberimiz Kansav Arslan, Kamboçya’da ki evlerden birine girip de içerisini gezip, görebilmemiz için ev sahiplerinden izin istiyor. Tabii ki onlar da bizi kırmıyorlar ve gördüklerimiz karşısında yine şaşkına dönüyoruz. Derme çatma yapılmış iki katlı ahşap bir ev. Alt katın zaten üç tarafı açık, sadece büyük bir sedir bulunuyor. Üst kata çıkınca görebildiklerimiz, yere serilmiş yatak, bezden yapılma iki kıyafet dolabı, elektrik olmadığı için akü ile çalışan küçük bir televizyon ve birkaç parça tahtayla ayrılmış küçük bir oda. Şaşkınlıktan yer yatağında uyuyan kediyi eve gelip fotoğraflara bakınca ancak fark edebildim. 
Kadınlar hem Kamboçya’da hem Vietnam’da her türlü işte çalışıyorlar. Vietnam’da Mekong Delta’sını gezerken bindiğimiz kanoları kullanan da, yine adalardan birinde yaptığımız at arabalı turda arabayı kullanan da bir kadındı. Kucağında ufacık bebeğiyle yaptığı şekerlemeleri satan bu kadının yüzündeki ifade, sanırım tüm yazı boyunca neden sürekli mutlu ve samimi insanlar diye yazdığımın en güzel kanıtı.
Bütün gün boyunca tapınaklar arasında dolaşmaktan yorulsanız da Kamboçya’da gün bitmiyor. Gece pazarı ve sonrasında barlar sokağı bu sefer sizi alışveriş ve eğlenceye davet ediyor. Siem Reap’de kurulan gece pazarı, bizim sahil kasabalarında kurulan pazarları hatırlattı bana. Tabii buradaki çok daha büyük. Her markanın imitasyon saatlerini, gözlüklerini hatta her şeyin imitasyonunu burada bulabilirsiniz.
Gündüz gördüğüm yoksulluk manzaralarından sonra barlar sokağının girişine geldiğimizde yine bir şaşkınlık yaşadım. Niyeyse bütün ülke o şekildeymiş, bu ülkede kimse eğlenemezmiş gibi saçma bir hisse kapılmışım. Neyse ki uyum sağlamak çok zor olmadı. Sağlı sollu barlardan gelen müzik sesleri, yollarda dans edenlerle günün kapanışı (ya da yeni günün açılışını) yapmak unutulmazdı. 
Kamboçya’daki son durağımız Tonle Sap Gölü. Burada su üzerine kurulmuş köylerde/evlerde yaşayan insanların hayatları düşündürücü. Tekneyle geçerken üzerimize bir damlasının gelmesinden korktuğumuz kirli göl suyunda insanlar yüzüyor, bir şeyler avlıyor ve tabii ki o suyun üzerinde yaşıyorlar. Göle kurulmuş köyde okul, kilise ve marketleri var. Çocuklar okullarına sandallarıyla kendi servislerini yapıyorlar, kadınlar marketin önünde toplanmış sigaralarını içip sohbet ediyorlar. 
Yıllar önce çok acılar yaşamış, halen daha yoksullukla boğuşan bu güzel ülkenin, güler yüzlü, sıcakkanlı insanları benim için her zaman çok özel olacak. Kim bilir belki bir gün yine Kamboçya'lı çocuklarımı ziyarete giderim :)
Kamboçya’dan Tayland’a otobüsle geçerken sınırda pasaport işlemleri için beklerken gördüklerimiz, kendinizi bir belgeselin içinde hissettiriyor. Otobüsümüzün yanı başında kardeşini yıkayan bu kızı gülümseyerek izledik.
Yazımın kapanışını tabii ki Kamboçya ile yapacağım. Kamboçya’ya gidip orada yalınayak gezen çocukların gözlerinin içine bakın. Hayatta neleri dert ettiğinizi, neden artık daha sinirli olduğunuzu, zaman denen zalimin neden peşinizden koştuğunu tekrar düşünün. Hayat burada bizim ülkemizde olduğundan çok daha farklı akıyor. Dünyanın en yoksul ülkelerinden birinde, bizim bir günde harcadığımız parayla bir ay boyunca geçinmek zorunda olan ama yüzlerinde sanki hayatta her istediklerini elde etmiş gibi mutluluğu ve huzuru gördüğünüz güzel insanlar. Acılarından doğan yaşama sevinçleri ile Kamboçya’lılar, umarım size de hayatın karmaşası içinde unuttuğunuz tüm güzel duyguları tekrar yaşamanız için bir ışık olur.

Bundan tam 2 yıl önce, tam da bugünlerde Vietnam’da gezdiğim sokakları düşünerek bu yazıyı yazmak, benim için ayrı bir keyif.

Kaynak: Senem Beyter KÜÇÜKSAVAŞ - Leyleğin Güncesi