zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2017

TURİZM: KUZEY İZLENİMLERİ

ZAMAN TÜNELİNDE İSKANDİNAVYA YOLCULUĞU

Pınar YAMAÇ
Tempo Tur'un " İskandinavya gezisi' ne Temmuz 2011'de katılmıştım. Düşünüyorum da kaç yıl geçmiş üstünden!  Her ne zaman aklıma gelse sanki bir film şeridi gibi gözümün önünden alabildiğince  uzanan  yeşillikler, göller, yükseklerden köpüre köpüre  inen şelaleler, uğultularla  akan dereler, oya gibi işlenmiş girintili çıkıntılı kıyılar ve dağ tepelerini kucaklayarak saran bulutlar , aşağıya doğru beyaz bir tül gibi inen  sisler geçer.
Ve ben  " Zaman Tünelinde " her günü  her gezdiğim yerde tekrar yaşar gibi olurum. 






İlk aklıma gelen; geziye katılanlar, Tempo Tur yöneticileri ve Tur Lideri ile bilgilendirme toplantısıdır. Bu toplantıya aynı zamanda  yol arkadaşlarıyla karşılaşma toplantısı  da denilebilir. Bundan bir hafta sonra da hep beraber Tempo Tur önünde bizi bekleyen otobüse binip Esenboğa Hava Limanı'na transfer.Daha sonra da Atatürk Hava Limanı'ndan Helsinki' ye uçuş. Her şey o kadar güzel programlanmış ki en ufak  bir aksama yok.


Helsinki'de bir gece kalınıyor ve ertesi gün hızlı bir panoramik  şehir turu var programda. Ertesi sabah bize katılan Finlandiyalı yerel rehber; eşinin görevi nedeniyle bir süre İstanbul'da yaşamış  ve bu süreçte çok da güzel Türkçe öğrenmiş. Hep beraber Katedral Meydanı'ndan başlayıp  Sibelius Parkına kadar geziyoruz. Sibelius Finlandiyalı'ların gurur duydukları dünyaca ünlü bir besteci. Bu park onun anısına yapılmış. Park'ta  yan yana getirilmiş parlak metalik borulardan   oluşan soyut bir org heykeli var. Görünümü bence soyut bir ağaç gibi. Bu heykel beğeni almayınca  daha sonra   gene parlak bir metal plaka üzerine kabartma bir Sibelius Mask'ı yapmış. heykel sanatçısı.





Bu parkta bir de mini konser dinleme şansımız oluyor. Önünde nota sehpası olan Finlandiyalı 8-10 yaşlarındaki sarışın bir çocuk Trompetle il Slenzio'yu çalıyor. Hem de hiç hatasız ve çok etkileyici bir müzik yayılıyor dalga dalga uzaklara... Bu minik sanatçı kesinlikle bütün turist gruplarının ilgi odağı olmuş çok kısa bir zamanda. Biz oradan ayrılırken  de çevresindeki dinleyici halkası gittikçe genişlemeye devam ediyordu. 




Parktan çıkıp yerel rehberimizle vedalaşırken bize bir de tavsiyesi vardı. "Finlandiya'dan ayrılmadan çikolata almayı unutmayın. Bayramda misafirlerinize ikram edersiniz  Geisha marka çok güzeldir" demişti. Böylece, biz de karşımıza çıkan ilk markete girip kendimize bir çikolata tadım zamanı ayırmayı ihmal etmedik. O akşam üstü bizi Stockholm'e götürecek gemiye binip kabinlerimize yerleştik. Sonra da güverteye çıkıp limandan ayrılırken uzun uzun bu kentin gittikçe solgunlaşan ve bizden uzaklaşan silüetine baktık. Artık Baltık Denizi 'ne doğru açılıp Stockholm'e doğru yol alıyorduk. Akşam yemeği sonrası gezinirken, birden bire kendimizi geminin yüksek tavanlı yaşam sokağında bulduk, Duty Free shop'ları, marketleri, giyim mağazaları, pizza restoranı ve hediyelik eşya satış noktalarıyla cıvıl cıvıl, ışıl ışıl bir alandı burası.



Daha doğrusu bir AVM' nin hafta sonu canlılığı vardı burada. Uzun ve yorucu bir gün sonunda çok yorgunduk ve bir süre sonra kabine gidip uyumayı tercih ettik.
                           
  
Ertesi sabah kahvaltı sonrası valizlerimizi alıp yavaş yavaş çıkış hazırlığı yapmak üzere geminin Stockholm 'deki çıkış kapısına doğru ilerlemeye başladık.Tur liderimiz Murat Tiryaki  de geldi az sonra. Üzgün bir yüz ifadesiyle bize Oslo'da bir terör saldırısı nedeniyle ölenler ve yaralılar olduğunu söyledi.Tempo Tur'dan aradıklarını ve bizden önceki bir Türk grubun  sorunsuzca Oslo'ya  giriş yaptığını iletti. Bu olay hepimizde şok etkisi yapmış ve suskunlaşmıştık birden bire.
                                                                                  
Stockholm'e gemi yanaştıktan sonra limanda bizi bekleyen "Tempo Tur" otobüsüne binip   hemen panoramik şehir turuna başladık.İlk gittiğimiz yer Gamla-Stan ( Eski Şehir) idi. Oradaki eski ve renkli yapıların resmini çekip  gezintimize devam ettik. Belediye Sarayı, Kraliyet Sarayı, Müzeler ve Parklar Adası, Elçilikler Bölgesi'ni gördükten sonra otelimize valizleri  bırakıp Skansen'e gitmek üzere yola çıktık. Füniküler lle yukarı çıktığımızda kendimizi  tarihi bir açık hava köyünde, daha doğrusu  bir açık hava müzesinde bulduk.Her yerde üstlerinde belli bir dönem kostümleri olan bahçede çalışanlar, ellerinde kovalarla bir yerden başka bir yere giden sütçü kızlar, hayvanat bahçesi, içinde insan olmayan dükkanlardan birinde tezgahta yeni yapılmış makarna hamurları, kurabiye hamurları vardı. Her şey o kadar gerçekti ki sanki dünden bu güne  hiçbir şey değişmemiş ve aynen öylece kalmıştı. Yukarı doğru uzanan sokakların iki yanında  bakımlı eski evler yer göze çarpıyordu... Yapay dereler,üstünden geçilen köprüler, gölge veren büyük ağaçlar vardı her yerde...





İlginç  bir rastlantı olarak da Skansen'de  bir moda dergisi için mankenlerle çekim yapılıyordu. Kısa bir süre çekimi izleyip fotoğraf da çekme fırsatı bile bulduk.
Otelimize dönerken yol üstünde gördüğümüz bir pizzacıya girip hem yemek hem de dinlenme molası verdik. Gruplar halinde masalara oturup konuşurken yanımıza önce garsonlar, sonrada restoran sahibi geldi. Onlar da Türkiye'den  gelmişler ve buraya yerleşmişler. Konuşurken sipariş vermediğimizi fark ettik bir süre sonra. Pizzalarımız geldiğinde  üstlerini bol malzeme ile tablo gibi süslediklerini fark ettim. Gerçekten çok özenerek hazırlamışlardı ve bu bize çok özel bir dostluk gösterisiydi.


Ertesi sabah bizi Oslo'ya götürecek olan otobüs otelin önünde hazır bizi bekliyordu. Şehir dışına çıktıktan sonra göz alabildiğince uzanan yemyeşil tarlalar, yeşilin her tonundaki ağaçlar uzanıp gidiyordu. Yol boyunca zaman zaman yağmur yağdı bazen de hafiften bulutlar aralandı ve güneş sıcak yüzünü gösterdi. Öğle yemeği  için Karlstad 'da mola verildiğinde gene yağmur yağıyordu. Acele bir yer aradık. Sokaklar çok tenhaydı. Bir yan sokakta bir McDonalds bulunca çok sevindik. Hızla  içeri girip kendi aramızda ne yiyeceğimize karar vermeye çalışırken orada çalışan bir genç kız geldi yanımıza ve "Yardım edebilir miyim ?" diye sorunca birbirimize bakıp gülümsedik. İşte gene bir Türk çıkmıştı karşımıza bize dostça yaklaşan. 

Merve, ailesiyle birlikte yaşayan, yaz aylarında çalışıp, okul zamanı da öğrenci olan bir Türk kızıydı. Hamburgerlerimizi hızla yedikten sonra oradan Merve'ye teşekkür ederek ayrıldık. Yol boyunca hep yağmur yağdı. Bazen damla damla bazen de çok. Gezdiğim hiçbir yerde bu kadar çok şelale görmemiştim. Burası şelaleler ülkesiydi, bana göre. Dikkatimi çekip merak ettiğim bir şeyi de tur liderimiz Murat Bey'e sordum. Tarlalarda yemyeşil otların üstünde, beyaz renkli silindir şeklinde bidon gibi objeler vardı. Bunlar; çiftçilerin yaz aylarından samanları sıkıştırarak, paketleyip kış gelip havalar soğuyunca hayvanlarına verdikleri yiyecek paketleriydi. Akşamüstü Oslo'ya ulaşıp otele yerleşme sonrası yemek yiyecek bir yer bulmak için dışarı çıktığımızda gözümüze ilk çarpan  suskun bir insan seli oldu. Genç-yaşlı yüzlerce Oslolu ellerinde mumlar ve kırmızı karanfillerle aynı yöne doğru yürüyordu. Endişeli ve dalgın bakışlarında duydukları büyük acı açıkça belli oluyordu." Barış'ın ana vatanı  olan Norveç'te " böyle bir olay asla olmamalıydı diye düşündüm kendi kendime...

Ertesi sabah Oslo'da da her şehirde olduğu gibi gene şehir turumuz vardı. Holmenkollen. Kayakla atlama kulesine gitmek üzere yola çıktık. Kış dönemi küçük çocuklar bile kayak sporunu  yaparmış Norveç'te. Hatta çocukların anne ve babalarından aldıkları ilk hediyelerden biri de kayak takımıymış. Oslo'da yaşayanların hafta sonu tercihi bu kayak merkeziymiş. Ancak, yokuş yukarı tırmanmak da gerekiyor sanırım. Temmuz'da gitmemize rağmen epeyce serindi burası. Bir çok turist grupları park eden otobüslerden iniyorlardı. Rehberimiz kule ve kayakla atlama yarışları hakkında bilgi verdikten sonra "simulatör" ile kayakla atlama heyecanını da yaşayabilirsiniz dedi. Ne yazık ki bu konuda hiç şansımız olmadı.Girişte yoğun bir kalabalık olduğu için biz bunu gerçekleştiremedik. Elimde fotoğraf makinesi ile dolaşarak kule çevresinde resim çekmeye başladım.





Kulenin altından sol tarafa doğru yürüyünce bir platform üstünde birden bire bir köpek heykeli çıktı karşıma .Çok şaşırmıştım ve öylesine canlı öylesine kıpır kıpır bir görünümü vardı ki sanki önümden atlayıp kaçıverecek gibiydi. O anda fotoğrafını çektim. Bir an için yoksa burada da bir "Hatchiko" öyküsü mü yaşandı diye düşündüm kendi kendime." Hatchiko" Japonya'da bir Japon Profesör'ün köpeğiymiş. Bu minik köpek her sabah Profesör Üniversiteye giderken. onu metroya kadar geçirir ve akşam da gelip karşılarmış. Bir akşam profesör metrodan çıkmamış. Daha sonraki günler de gelmemiş.

Profesör Üniversitede ölmüş fakat Hatchiko onu beklemeye devam etmiş. Dokuz yıl boyunca o hep oradaymış ama bir sabah metronun çıkış kapısında Hatchiko'yu ölmüş olarak bulmuşlar. Tokyolular bu sadık köpeği hiç unutmamışlar. Shibuya metrosunun çıkış kapısına onun bir heykelini yaptırıp koymuşlar. Bu  heykelin önündeki kapı da şimdi " Hatchiko "çıkışı olarak anılmaktaymış. Bu da kesinlikle Holmenkollen'in köpeği olmalıydı Öyküsü ne olabilir gibi bir sürü soru kafamın içinde dönüp dolaşırken  ansızın bir ses duyunca arkamda duranları fark ettim. Küçük bir Japon grubuydu. Hatchiko'yu mu hatırladınız ? diye sordu biri bana. Evet diye cevap verdim şaşkınlıkla O sırada başında kasket, üstünde  bir eşofman olan bir genç bize yaklaştı. Ben, elimle bu heykeli işaret edip bu köpek nedir ?  diye sordum. Gülümseyerek anlatmaya başladı. Gerçekten çok ilginç bir hikayesi vardı.



Bu köpek çok minikken karlar arasında yolunu kaybetmiş. Kuleye gelen yol üstünde ağlayıp duruyormuş. Kuleye gelen bir kayakçı genç onu alıp montunun içine koymuş.ısıtmış.buraya getirmiş. Orada ona yiyecek vermişler. O da bir daha hiçbir yere gitmemiş, hep orada kalmış. O artık kayakçıların köpeği  olmuş . o günden sonra.. Onlar kayarken çok heyecanlanıyor, çok seviniyormuş. Hatta Kayakçılarla beraber o da kayıyormuş.Çekilmiş fotoğrafları da olduğunu söylediler. Ancak, bu kadar kısa bir zamanda bu öykünün hangi yıllara ait olduğunu öğrenemedim. Şu anda hayatta olmayan bu köpeği de kayakçı dostları unutmamış ve bu heykeli yaptırarak "Holmenkollen'in Köpeğini" ölümsüzleştirmişlerdi anladığım kadarıyla...

Bundan sonra göreceğimiz yer olağanüstü bir açık hava müzesiydi. Frogner Park yani Vigeland  Park'dı. Ünlü heykeltraş Gustav Vigeland  yaşamını bu park için adamış ve dünyada bir benzeri olmayan bir  açık hava heykel  müzesine imza atmıştı. Park girişinde ilk gözüme çarpan onun heykeliydi. Gelenleri selamlar gibi oradaydı. Çok geniş bir alana yayılmış olan heykellerin çoğu granitten yapılmış çıplak ve cüsseli heykellerdi. Vigeland'ın   doğum, büyüme ve ölüm gibi temalarla yaşam döngüsünü vurgulayan heykellerinin yanında çok duygusal mesajlar veren heykelleri de göze çarpmaktaydı. Ben, Vigeland'ın oğlu ile beraber tasvir edilen heykel grubundan çok etkilenmiştim. Şefkatle elini oğlunun omuzuna uzatıp nasihat ederken genç çocukta biraz tedirgin, biraz çekingen bir ifade hissetmiştim. Bir başka heykel grubunda ön planda göze çarpan bir erkek ve bir kız çocuğun bir birlerine bakarken yüz ifadeleri çok dikkat çekiciydi.Bu açık hava müzesinde en çok bilinen heykellerden biri de "kızgın çocuk ". Bu tam anlamıyla küçük bir çocuğun öfkesinin, kızgınlığının dışa vurumu. Böylesine güçlü bir anlatım  gerçekten kolay olmamalı diye düşünüyorum. O kadar gerçekçi ve bir o kadar da etkileyici bir anlatımı var ki uzun uzun bu heykele bakarken o çocuğun sesini duyar gibi hissettim uzaktan uzağa... Yolun sağı ve solundaki heykellere bakarak ve uzun uzun inceleyerek yürüdükten sonra karşımıza ilginç bir fıskiyeli havuz çıkıyor.. Bunun etrafında da ağaç, bitki ve insan figürleri göze çarpıyor. Monolith ise arkada bir platform üstünde çok yüksek bir granit sütün ve üstünde bir birine sarılmış ve tepeye doğru uzanan 126 insan figürü yer alıyor. Sanırım bu eserin yüksekliği 17 metreydi.Bence Vigeland Park'ı bir defa gezmek yetmez  Oslo'ya her ne zaman yolunuz düşerse kesinlikle tekrar tekrar görülmesi gereken bir yer. Benim  2015 yazında Cruise ile Oslo'ya da tekrar yolum düşünce gene görme şansım oldu. Ancak Vigeland'ın " Baba ve Oğul" heykel grubunu göremedim. Geminin rehberi; Belki kapalı müzeye alıp onun yerine bir başkası getirilmiştir " dedi. Gene sınırlı bir zaman için oradaydık ve kapalı müzeyi görme şansımız da olmadı.
     
Oslo'da " Viking Gemi Müzesi", kraliyet Sarayı da görülmesi gereken yerler arasında. Belediye Binası ve Önünde ünlü yazar Henrik İbsen'in  heykeli olan National Theatre'ı da görmeden geçmedik. İskandinavya ülkelerinde yazarlar, sanatçılar ve bestecilerin ölümlerinden sonra da unutulmamaları beni çok duygulandırdı... İşte ölümsüzlük bu, onlar hala eserleriyle  yaşamaya devam ediyorlar diye düşündüm. kendi kendime.. Ertesi sabah gene yolculuk başlıyordu. 



Kahvaltı sonrası valizlerimizle otelin önündeydik. Otobüsümüzün kaptanı değişiyordu. Bergen ve tüm fiyordlar bölgesini çok iyi bilen yeni bir kaptan gelmişti. Elinde; evrak çantası, yol haritaları ve yedek elbise torbasıyla bindi otobüse. Bence bu yeni kaptan daha çok bir büyük şirketin CEO'su görünümündeydi.

Oslo'dan çıktıktan sonra tekrar yeşillikler, sayısız  şelaleler, hızlı hızlı akan dereler,müthiş dağ manzaraları arasında bulduk kendimizi.. Birara bir kamp alanında hem resim çekme hem de dinlenme molası verdik.Şelalelerin ve oluşan derelerin sesi inanılmaz  bir huzur  veriyordu insana demek ki zaman zaman büyük şehirlerden uzaklaşıp o trafik kargaşasından, arabaların korna seslerinden  bir süre için uzak kalmak. hepimiz için bir rahatlama oluyormuş. 
Akşam üstü artık Bergen'e yani Norveç'in ikinci büyük şehrine ulaşmıştık. Otelimizin yeri çok güzeldi ve hemen çıkıp bir yerleri görebilirdik. Biz de öyle yaptık.Otelden çıkıp biraz yürüdük.Bizi orada en çok şaşırtan sokaklarda yürüyen insanlar arasında evcil hayvanlar gibi martıların dolaşmasıydı. Önce bir banka oturduk ve çantamızda olan  bisküvilerden attık. Birisi uçup geldi bize doğru ve arkasından da başkaları korkusuzca yaklaştılar. Demek ki burada martılarla insanlar arasında böyle bir dostluk oluşmuştu.


Bir yerden bir sandviç alıp otele dönmeden önce  caddenin sonunda çiçekli  bir park gibi görünen bir yere doğru yürüdük. Orası ne yazık ki park değildi. Oslo'daki Terör kurbanları için bir anma köşesiydi.Her tarafta güller-kırmızı karanfiller, yanan mumlar, kağıtlara yazılmış  mesajlar vardı. Ayrıca sessizce dua edenler de çoktu.Biz de barış içinde yaşanacak bir dünya için en içten dualarımızla oradan ayrıldık.



Ertesi sabah Bergen turuna başladık. Bergen'i tepeden kuş bakışı gören Flayen Tepesine füniküler ile tırmanınca müthiş bir Bergen manzarası ile buluştuk. Limanda demirli pek çok kurvaziyer dinleniyordu gün boyunca.. Parlak güneşli, bir gündü. Ve pek çok fotoğraf çektikten sonra tekrar geri dönüp gezimize devam ettik. Eski Bergen Limanı, eski ahşap yapılar ve en eski yapı Meryem Kilisesini  gördükten sonra Tur Liderimiz Murat Bey'in verdiği serbest zamanı değerlendirip çevreyi dolaşmaya başladık. Orada çok güzel bir Balık Pazarı vardı ve her çeşit deniz ürünü hemen seçiyorsunuz ve önünüzde pişiriyorlar. Müthiş lezzetli ve taze deniz ürünlerinin tadını hala hatırlıyorum.

                                                
Şu ana kadar, böyle sade masa ve sandalyelerde oturarak bu kadar keyifli yemek yediğim her halde yok denilecek kadar azdı diye düşündüm oradan ayrılırken.

Ertesi sabah gene yola çıkıyoruz. Kahvaltı sonrası her zamanki gibi otel önünde yolculuğa hazır bekliyoruz.Bu defa rotamız. Voss üzerinden Gudwangen oradan da Norveç'in en uzun fioyrdunun bir kolu olan Naerofiord'da ulaşıp  gemi  ile  iki saat boyunca geziyor, çevreyi izliyor ve fotoğraf çekiyoruz. Bu güzelim  doğa parçasında yaşadığımız her dakikanın tadını çıkarıyoruz... Mavi ve yeşilin her tonu bir birine karışmış.Yüksek tepeleri sarıp sarmalayan bulut mu  yoksa sis mi ? Hiç anlaşılmıyor. Güvertede gözlerimiz renk cümbüşüne takılmış bu güzelliği içimize sindirmeye çalışırken rüzgar hafiften ıslık çalarak sürekli esiyor ve saçlarımız darmadağın oluyor. O anları fotoğraf çekerek daha sonra da hatırlamak istiyoruz. Bundan sonra programımızda müthiş bir yolculuk var. ''Flam Treni" ile Flam - Myrdral arasında 20 km lik bir yolculuk yapıyoruz. Flam Treni bu gezinti sırası yavaş yavaş tırmanırken  bir ara 865 metre yüksekliği bile buluyor. Trenin yol boyunca her iki tarafından da akıp giden manzaraların ne yazık ki video kaydını yapamıyorum.. Tren bir istasyonda duruyor. Çok Müthiş, çok güçlü bir şelale iniyor uğultularla, gürültülerle. Yükseklerden kayaların üstünden atlayarak ve istasyonun önündeki platform'un  altından güçlü  bir ırmak olup akıp gidiyor. Şelalenin en üst noktasında bulutlar, sis ve akan gür suyun köpükleri bir birine  karışmış.. Biz bu görüntüyü hayranlıkla izleyip resim çekmeye çalışırken şelalenin güçlü sesini bile bastıran bir müzik yükseliyor birden bire.

O anda inanılmaz bir görüntü beliriveriyor karşıda sağdaki kayalıklar üstünde" kırmızı uzun elbise giymiş bir genç kız dans ediyor." Gerçek mi yoksa bir ışık oyunu olabilir mi diye düşünüyorum. Tabii ki resim çekmeyi de hiç ihmal etmiyorum.. Az sonra o kız kayboluveriyor birden bire. Çok geçmeden  gene kırmızı elbiseli bir başka kız dans etmeye başlıyor ama  bu defa sol taraftaki kayalıklar üstünde. Hayranlıkla bu dans gösterisini izlerken  epeyce de ıslanıyoruz şelaleden serpilen sularla. Sonra birdenbire müzik bitiyor ve o kız da kayboluyor kayalıkların tepesinde. Biz hala  tepelere bakarken şaşkın bir şekilde tren görevlisi bir düdük çalıp  trenin hareket edeceğini hatırlatıyor ve biz de dönüyoruz trene.. Bu yolculuk sonrası trenden inip bizi bekleyen otobüsümüze biniyor ve Geilo'ya doğru yol almaya başlıyoruz.. Geilo 'da sadece bir gece kalıp tekrar Oslo'ya doğru yola çıkacağız.Yol boyunca  yeşil alanlar, ağaçlar ve buzları çözülmüş göller görünüyor ve akşam üstü alçalan güneşin ışık oyunlarıyla değişik renkler oluşuyor göller üstünde. Geilo Norveç'in  önemli kayak merkezlerinden biri fakat yaz dönemi, tamamen boş görünüyor. Kaldığımız tek otelde bizden başka çok az sayıda misafir var. Otelin çevresini geziyoruz. Bir sokak boyunca sağlı sollu ufak bungalov tarzı  tek katlı binalarda hiç kimse yok. Ertesi sabah tekrar yolculuk başlıyor. Oslo'ya kadar uzun bir yolculuk var. Yol boyunca bir yerde mola veriyoruz.  Hadeland Cam Fabrikası tesislerinde biraz olsun yorgunluğumuzu atıyoruz Tur Liderimiz. Murat Bey'in önerisiyle kafeteryada önce deniz ürünleri çorbası içiyoruz.



Gerçekten çok lezzetli, güzel bir çorba. Sonra fabrikanın satış mağazasında çok ilgi çekici cam ürünler görüyoruz. Ayrıca bir köşede de Norveç'in  ünlü el örgüsü bere, eldiven, hırka, kaşkol gibi  ilgi çekici ürünler yer alıyor. Sonra tekrar otobüsümüzle yola çıkıyoruz.


.Akşam üstü Oslo Limanına ulaşınca kaptanımıza teşekkür ederek otobüsten ayrılıyoruz. Gemiye biniyoruz ve gideceğimiz liman Kopenhag.. Akşam yemeği sonrası kabine gidip dinlenmeyi tercih ediyoruz. Sabah kahvaltısı sonrası gezimizin son durağı Kopenhag'dayız.. Panoramik şehir turu gene var gezi programımızda. Önce " Küçük Deniz Kızı heykelini" görüyoruz limanda. Bir kayalık üstünde suskun ve dalgın tek başına. Danimarkalı ünlü yazar  Hans Christian Andersen'in ünlü çocuk masallarından birinin kahramanı bu "Küçük  Deniz Kızı Yeryüzünde bir Prens'e aşık olup" Deniz Ülkesine dönememiş ve sonsuza kadar suskun kalmıştır. Masal da olsa hüzün veriyor insana böyle bir heykele bakmak bile. Sonra Rosenborg şatosu, Christianborg Şatosu gibi görülmesi gereken yerleri görüyoruz. Sonra Tivoli Otele gidiyor ve valizlerimizi bırakıp Tivoli Bahçelerini  görmek üzere tekrar yola çıkıyoruz.


Otel'in Tivoli Bahçeleriyle  bağlantısı olduğu için dönüşte otel'in Shuttle servisinden yararlanıyoruz. Tivoli'de her yaştan insanın kendine göre vakit geçireceği değişik alanlar var. Yeme-içme için pek çok alternatif mevcut. Yürüme alanları ve oturacak banklar koymuşlar park içine Bizim için en büyük şans o akşam üstü saat 5'de marşlar çalarak gösteri yürüyüşü yapan" Tivoli Çocuk Bandosu'nu" izlemek oldu.


Ertesi sabah Danimarka'ya veda edip yola çıkarken "bir rüya gördüm çok da güzeldi "diye düşünüyordum. Kopenhag'dan İstanbul'a ve sonra da İstanbul'dan, Ankara'ya uçuyoruz. Esenboğa'da bizi Tempo Tur'un otobüsü karşılıyor ve bizi getiriyor Tempo Tur önüne. Sonra vedalaşmalar başlıyor bir başka turda buluşmak ümidiyle.

  

Kaynak :Pınar YAMAÇ / Leyleğin Güncesi

16 Şubat 2017

ZAMAN VE ÖNEMİ - Cihat TAŞKIN




















Herkesin zamanı algılayış biçimi farklıdır. Arı bir değerlendirme yapacak olursak; zamanın evrendeki en değerli kaynak olduğu sonucuna ulaşırız. O nedenledir ki, zaman durdurulamaz, tasarruf edilemez, biriktirilemez, saklanamaz, alınıp satılamaz, ödünç verilemez, kişiye özel duruma dönüştürülemez, devredilemez, geri döndürülemez ve ötelenemez..

Zamanın önemini kavrayabilmek için önce zamanın ne olduğunu bilmemiz gerekir. Zaman zaman “Zaman nedir?” diye ya aklımızdan geçirir ya da dost toplantılarında sorarız birbirimize hoşluk olsun diye. Oysa zaman, önemsenmesi gereken bir olgu ve ciddiye alınması gereken bir kavramdır. 

Özüne bakıldığında, “Zaman nedir?” sorusu felsefi ve oldukça derin bir sorudur. Tüm düşünürler, tanrıbilimciler, gökbilimciler bu sorunun cevabını çağlar boyunca arayıp durmuşlar. 

Zaman kimileri için kanatlanıp uçup giden, kimileri için de sürekli var olan bir şeydir. Neden böyle duyumsanır? Çünkü zamanın algılanma biçimlerine göre oluşan özgü bir psikolojisi vardır. Önceden belirlediğimiz ya da hoşlandığımız bir eylemsellik içerisinde zaman bir anda tükenirken; sevmediğimiz, olmasını istemediğimiz bir etkinlik ya da bir mekânda eylemsizlik içinde oturmak bize zamanı adeta donmuşçasına duyumsatır. Bu duyguyu hepimiz biliriz.

Ünlü düşünür ve teolog St. Augustine'in zamanı tanımlamasıyla bugünkü tanımlar arasında pek de bir fark yoktur. Dünyadaki bunca hızlı gelişme ve teknolojik ilerlemeye karşın insanoğlunun zamanı tanımlaması da algılaması ve kavraması gibi karmaşıktır. 

Tam da bu noktada akla şu soru geliyor; Zaman yönetilebilir mi?Yanıtı merak ediyorsunuzdur. Hayır, zamanı yönetmek olası değildir ancak zaman verimli kılınabilir ve kullanılabilir. 

Yakın çevrenizden birileri belki de siz, zamanın yetmediğinden hayıflanır durursunuz. “yetersiz zaman”, “kısıtlı zaman”, “ günler ne çabuk geçiyor” “az zaman”, “zaman darlığı” vb. sözlerle başarısızlıklarımızın üstünü örtmeye çalışır ve zamanı suçlu ilan ederiz. 
    
Oysa dünya üzerinde yaşayan herkes için gün 24 saat, hafta 168 saat, bir ay 720 saat ve bir yıl 8.760 saattir. Zaman değişmez, kişilere göre hızlı ya da yavaş seyretmez.Bugün bizim için gün kaç saat ise, Mustafa Kemal Atatürk için de aynıdır, Albert Einstein için de, Yunus Emre için de, Hipokrat için de, Mevlana için de aynıdır. Biz dünyalılar için gün 24 saattir, değişmez.

Bu bağlamda dikkat edilmesi gereken şey; zamanı verimli kullanmak amacıyla, zaman kemirgenlerinden korunmak gerekir. Bu konuda önerilecek en doğru şey, programlama ve planlama becerinizi geliştirmektir. Bir yandan pozitif ertelemeyi öğrenirken diğer yandan günlük, haftalık, aylık ve yıllık programlar yaparak, olabildiğince bu planlarımıza uygun yaşamak gerekir. 

Değişimlerin kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle planlı programlı yaşamaya çalışmalıyız. Stres yaratan katı programlar yerine, değişiklikleri dikkate alan esnek planlamalar yapmak en doğru ve zamanı en verimli kullanma yöntemi olarak görünmektedir.
    
Zamanı yönetmek de bizim elimizdedir. Bir günde beynimizden on binlerce düşünce öbeği geçmektedir. Şaşırtıcı değil mi? Birçoğu sıradan olsa da bazılarının değerli düşünceler olduğunu var sayarsak, not tutmanın önemini de kavramış bulunuruz. Çünkü her şeyi aklımızda saklayabilmek olası değildir.  

Alışkanlıklarımızda birkaç küçük değişiklik yaparak, yaşamımızda yeni parantezler açarak fark yaratabiliriz. Ayrıca unutmayalım ki biz canlılar ömürlü varlıklarız. Bu anlamda zaman,asla durdurulamaz, biriktirilemez en önemli evrensel değerimizdir.
    
Zamanın değerini bilelim..