08 Şubat 2017

GEZİ - PORTO

KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN MÜCEVHER: PORTO


Bir yanda “Avrupa Yakası”- Eski Kent/Riberia, UNESCO Dünya Miras Listesi'nde. Diğer yanda “Anadolu Yakası”-Gaia,  her biri birkaç yüzyıllık olan şarap fabrikaları ile biliniyor. Üzümün yetiştirildiği Alto Douro Bağları 2000 yıllık.  






Bölgede Quinta adı verilen çiftlikler kendi şarap markaları için yetiştirdiği üzümlerin yanı sıra bu fabrikalara da üzüm sağlıyorlar. Bağların bulunduğu bölgenin tamamı UNESCO Dünya Miras Listesi'nde. Burası, güzellikleri yok olan İstanbul’u yeniden hatırlatan bir şehir ya da diğer bir deyişle küçük İstanbul. Portekizliler gibi söyleyecek olursak Oporto veya bilen adıyla Porto. İstanbul’dan farkı, içinden deniz yerine nehir geçiyor olması ve de okyanusa kıyısı olması.








Tüm dünyaca ünlü, içildiğinde kendinizi “güzel” hissedeceğiniz, yüzyıllar önce İngiliz gemiciler tarafından tamamen tesadüf sonucu icat edilen ve şehrin adıyla isteyeceğiniz şarap burada üretiliyor :
“Porto”, İngiliz gemiciler Portekiz’den yükledikleri ve henüz şaraba dönüşmemiş fermantasyon sürecinin ortasındaki yarı şekerli yarı alkollü “şaraba” brendi eklemişler. İngiltere’ye ulaştıklarında artık  geleneksel şarap yerine biraz tatlı ama aynı zamanda sert şahane bir şarap varmış ahşap fıçılarda. İşte Porto Şarabı'nın kısa hikayesi.
Nehrin üzerinde birkaç tane çelik köprü var ikişer katlı.
Bunlardan Dom Luis I köprüsü çok ünlü, bir ayağı Gustavo Eiffel Bulvarı üzerinde diğer ayağı Gaia’da. Çelik konstrüksüyon.  Eiffel’in izinden giden Theophile Seyrig tarafından yapılmış.






Nehrin kenarları kafe, restoran ve şarap fabrikaları ile dolu… 

İki yakayı bölen Douro Nehri kilometrelerce uzunluğunda, şehrin içinden geçip kuş uçuşu birkaç kilometre sonra Atlantik Okyanusu’na dökülüyor.
(Nehir boyunca vadinin içlerine kadar tarifeli trenlerle yolculuk yapmak mümkün, günde birkaç tren seferi var. Ara istasyonlarda da durup etrafı gezebilirsiniz. Yerel halkın gittiği restoranlar hem ucuz hem de en iyileri. Regua bu bölgenin en merkezi şehri. Şarabın da merkezi bence yemeğin de. İçtiğim sofra şarabı ve yemekler inanılmazdı. Fiyatlar burada daha da düştü üstelik dünyaları yediğim halde!.. )























Şehrin Yeni Kapısı Afurada, Gaia tarafında ve karşıdan motorla geçiliyor bölgeye!...









Şehrin her iki yakası geniş ve modern metro ağıyla örülü. Metro’nun Povoa de Varzim hattı sizi okyanusun plajlarına götürüyor. Metro istasyonlarındaki bilet makinalarından tek seferlik bilet alınabileceği gibi, yeniden doldurulabilen “Andante Card'' almak en pratik olanı.
















Porto’ya 45 dakika uzaklıkta bulunan şehirler Urbano Network’e dahil ve şehir içi iki bilet tutarında.  İki saat mesafede olan şehirler ise yaklaşık şehir içi 4/5 bilet tutarı kadar. Porto dışına çıkacaksanız (örneğin Guimaraes ve Coimbra ya da Braga)biletler Campanha İstasyonu'nda satılıyor. Porto’nun ortasında bulunan tarihi Sao Bento İstasyonu'ndan bir istasyon sonra Campanha İstasyonu.






Porto’ya bir saat mesafede UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde iki kent daha var, Guimaraes ve Coimbra. İkisi de ayrı güzel ve ünlü. Guimaraes film seti gibi bir şehir, gezerken tarihi bir filmin başrolünde oynuyormuş hissine rahatlıkla kapılabilirsiniz. Coimbra, Pascal Mercier’in tüm dünyada iki milyondan fazla satan Lizbon’a Gece Treni romanında bolca adı geçen 725 yıllık üniversitesi ile çok ünlü. UNESCO Dünya Miras Listesi'nde bulunan üniversite artık aynı zamanda neredeyse bir darphane. Romanın da etkisiyle, büyüleyici kütüphanesi ve mimarisiyle göz kamaştıran üniversiteyi görebilmek için turistler, uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Öğrenciler ise oyunun bir parçası olarak 700 yıllık  geleneklerini sergileyen gösteriler yapıyorlar turistlere!..









  















Şarapları, peynirleri, deniz ürünleri ve yerel yemekleriyle Fransızlarla yarışıyor. Fiyatlar ise hakikaten çok uygun gün ortasında şehri gezerken içebileceğiniz kocaman bir tas çorba ve ekmek sadece 1.5 €. 5 € ise çorbalı, balıklı ve yanında bira/kadeh şaraplı, kahveli mönü demek. Porto yeme içmenin mabedi. Otelde bir akşam yemeği olarak tabağınıza marketten aldığınız bir kutu sardalye/ahtapot konservesi,  şahane peynirlerinden birkaç dilim, bir parça lezzetli ve sıcacık ekmek yanına da bir şişe kırmızı, yemeğin sonunda da parlatmak için bir kadeh Porto. 5-6€’ya paha biçilemez bir lezzet.










Ben nehrin kenarında yemek istiyorum derseniz paşa gönlünüz bilir. Aşağı yukarı her mönüde mutlaka çorba bulunur. Bir ana yemek, yanında su ekmek, bir kadeh şarabı ve sonunda da kahvesi… 10-12 €’ya çıkarsınız.















İnsanları ise şahane.  Güleryüzlü ve sıcak. 

Kazıklanma ve aldatılma duygusuna hiç kapılmaz, sadece bu nedenle bile, bu coğrafyanın insanına içten içe teşekkür edersiniz. Hele bir de bir Portolu’ya “Porto’yu sevdiğiniz”i söyleyin. Hiçbir şey olmasa bile bir sonra ki gidişinizde muhakkak sizi hatırlarlar!..

Birkaç kelime de Casa Musica için etmeden olmaz. Burası da müziğin mabedi. 7 katlı muhteşem binanın her katında başka etkinlik var. Büyük senfoni orkestralarından, caz konserlerine, flamenko’dan, fado’ya ne ararsanız hepsini bulabilirsiniz. Aylık çıkan programa bir göz atmanız yeterli. Biletler ikinci katta satılıyor. Fiyatları da son derece uygun. Koskoca senfoni orkestrası konseri sadece 10€. Buradan pay biçin. Gittiğim Fado konseri ise istisna olarak 35€ idi. Program, kokteyl ile başladı. Bir bar ile ikiye bölünmüş salonun giriş bölümünde bir saat süren kokteyl boyunca her çeşit şarap ve çeşitli deniz ürünlerinden oluşan atıştırmalıklar güzel geçecek gecenin habercisi gibiydiler ve sadece bu bölüm bile verilen paraya değerdi. Sonrasında, adıma ayrılmış ve sahnenin hemen yanındaki masama oturduğumda servis de başladı. Çorbalı, ana yemekli, şaraplı, tatlılı ve kahveli nefis bir yemeğin ardından konser başladığında zaten hayatın şahane olduğuna çoktan kanaat getirmiştim ki, üç ayrı Fado şarkıcısının Fadolarıyla, iyice emin oldum. Ne yapın edin, sakın Casa de Musica’ya uğramadan dönmeyin. Metro durağının dibinde ve metro da geç saatlere kadar çalışıyor. Üstelik metro durağı ile Casa de Musica arasında bulunan bir Cafe-restoranda Porto’nun en iyi kruvasan'ını da yapıyorlar.



























İspanya’nın gölgesinde kalan Portekiz, Lizbon’un da gölgesinde kalan Porto gerçek bir inci keşfedilmeyi bekleyen.  
Son sözüm de futbolla ilgilenenlere. Porto FC, bir kulüpten daha fazlası. Yıllar süren Salazar Diktatörlüğü'ne karşı verdiği mücadeleyle anılıyor. Müzeleri,  Estadio do Dragao’nun içinde. Futbolla ilginiz yoksa bile Portekiz tarihini öğrenebileceğiniz bir bölüm var müzede. Ayrıca restoranı da hiç fena gelmiyor müze gezisi sonrası acıktığınızda… Metro Hattı : Estadio do Dragao!!!























Obrigado Porto…

Kaynak: Murat Baturaygil

TURİZM: FAS

El Magrip Ülkesi: FAS

Tüm dünyanın “Morocco” dediği, ancak Türklerin “Fas” diye adlandırdığı en batıdaki yer” anlamına gelen El-Magrip ülkesi Fas, dünyanın şanslı ülkelerinden birisi. Akdeniz’den gelen sıcak ve romantik, Atlas Okyanusu’ndan gelen sıcak ama rutubetli havayı solumak insanda farklı duygular yaratıyor. Akdeniz havasını biliyoruz fakat Atlas Okyanusu havası bize biraz değişik geliyor.


Bir taraftan Akdeniz ve diğer taraftan da okyanus ülkesi olmasının insanlar üzerindeki olumlu etkisini hemen hissedebiliyorsunuz Fas’ta… Halkı genel olarak sevecen, güler yüzlü ve yardımsever. Çölün getirdiği yüzlerdeki sert ifade yanıltmamalı. Öyle ki ne zaman yerel halktan birine bir adres sorsak, çok ilgilendiler. Hatta sorduğumuz adrese kadar bize eşlik edenler bile oldu.




















Kıyafetler dikkati çekecek kadar farklı. Giyside siyah renk çok yaygın. Siyah, bizim bildiğimizin aksine matemi değil, asaleti simgeliyor.


Ülke nüfusu Arap ve Berberiler’den oluşuyor. Genelde mavi pelerin ve sarıkla, yüzleri kapalı olarak dolaşan Sahra’nın sertliği yüzlerindeki çizgilere vurmuş Touaregler, çevreye otantik bir hava veriyor.


Erkek ve kadınlar arasında hiçbir ülkede olmayan “cilbab” veya “cellabe” diye adlandırdıkları geleneksel elbise çok yaygın. Elbiselerinin üzerine, bir üst elbise ya da iç giysileri ile birlikte tek olarak giyilebilen bu geleneksel kıyafetlerin her rengini bulmak mümkün. Daha ziyade pamuklu kumaşlar tercih edilerek yapılıyor.


Özellikle erkekler bunların kukuletalarını takarak geziniyorlar. Bu da hoş ve gizemli bir hava veriyor. Geleneksel kıyafetlerin yanı sıra son derece modern giysilerle gezenler de yok değil.

Fas, fotoğraf meraklıları için bir cennet. Saraylar, camiler, meydanlar, surlar, kaleler ve insanlar… Fotoğraf meraklılarına küçük bir hatırlatma yapayım, insanlar fotoğraflarının bedava çekilmesinden hiç hoşlanmıyorlar.


 Müslüman olmayanlar camilere giremiyorlar. Dolayısıyla camilerin içindeki olağanüstü işlemeleri göremiyorlar ne yazık ki... Seramik, alçı ve ağaç kullanılarak yapılan mozaikleri Fas'taki tüm saraylar ve kutsal mekanlarda görmek mümkün.




Özellikle seramikleri, büyük keskin bir çekiçle tek tek kırmak ve yine bu çekiçle şekil vermek beceri isteyen bir iş. Zarak Dağı’ndan getirilen killerle, adına “zellij” denen sanatı yapan bir atölyeyi ziyaret ettiğimizde gördüklerimizi hayranlıkla izledik. 

Fas’da baharatlı yemekleri hiç yadırgamadık. Özellikle “Tajin” denen ve toprak özel çömleklerde pişirilen yemekleri çok lezzetli. Bizim güvece benziyor. Tajin, Fas’ın sembolu olmuş adeta. Tajin iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm altta yuvarlak bir tepsi, ikinci bölüm ise tepsi üstünde koni şeklinde bir kapak.

Pişecek et ve sebze bu alttaki tepsiye konuyor ve koni şeklindeki kapak kapatılarak fırına veriliyor. Piştikten sonra bu şekilde masaya servis ediliyor. Dana eti, tavuk eti, köfte, balık, sebze vs. gibi birçok çeşidi var. Ben, kayısılı olanları çok sevdim. Fas’ın üç milli yemeği var. Tajin, kuskus ve salyangoz. Salyongoz satan dükkanlarla dolu her yer.


Kuskus, bizim bildiğimiz kuskus gibi değil. İnce irmikten hazırlanan bir çeşit pilav. Hurma ve portakalları çok lezzetli. Tatlılar, badem ezmesi ağırlıklı yapılıyor. “Briwat” adını verdikleri tatlıları; yufka, badem, tavuk eti ve pudra şekerinden yapılıyor.

Siyah çay yerine yalnızca erkeklerin hazırladıkları nane çayı içiyorlar. Dilimize giren “Nanemolla” deyimi belki buradan geliyor. Fas’da lezzetin doruğa çıktığı yiyeceklerden birisi de zeytin. Bizde de zeytin var ama buradakinin tadı başka. Zeytin satan dükkanların vitrinleri de çok hoş. Özenerek yapılmış. Komşunun tavuğu, komşuya kaz mı görünüyor acaba? J


Fas’da ilk durağımız Kasablanka... Meşhur Hollywood yapımı “Kasablanka” filmine adını veren ama hiç bir sahnesi Kasablanka’da çekilmeyen ve bu filmden dolayı ünlü şehir. Kasablanka oldukça modern bir kent fakat gezginlerin çok ilgisini çekeceğini düşünmüyorum. Habus Pazarı ve II. Hasan Camii dışında görülecek çok fazla bir yer yok. Hasan Camii; doldurulan Atlas Okyanus kıyısında 20. yüzyılda kurulmuş, 210 metre yüksekliğindeki minaresi ile çok büyük bir cami. 25 bin kişinin ibadet edebileceği cami dünyanın en büyük camilerinden biri kabul ediliyor.



Kasablanka’daki yarım günlük bir konaklamadan sonra otobüsle Fas’ın başkenti Rabat’a geliyoruz. Rabat’ta Kasbah Oudayas Kalesi'ni geziyoruz. Nehrin kenarında ve Kazablanka’dan gelişte şehrin girişinde olan bu kalenin içi oldukça ilginç. Binalar mavi ve beyaza boyanmış.


Değişik bir hava yaratılmaya çalışılmış. Ama benim dikkatimi çeken, kapılar oluyor. Hepsi birer sanat şaheseri. Fas’da kapılar ayrı bir kültür hazinesi. Dikkatle incelemeye değerler. Kale içerisinde bir çok kapı var. Ancak hepsi farklı.

Bir sonraki durağımız "Mechouar Kraliyet Sarayı" Kraliyet sarayının yalnızca bahçesini, camisini, dışarıdan kapı ve binalarını görebiliyoruz. İçerisini gezmeye izin vermedikleri için görme imkanımız olmuyor. Fazla vakit geçirmeden V. Muhammed Türbesi ile Hasan Kulesi'ni görmeye gidiyoruz. Kule ve türbe aynı yerde konuşlandırılmış. İkisinin arasında betondan yapılmış bir alan ve sütunlar var.


Burada herkesin dikkatini çeken, kapılardaki geleneksel kıyafetleri ile atlı nöbetçiler. Bol bol fotoğraf çekiyoruz.

Meknes’de görülmeye değer en güzel yer, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ndeki, Fas’ın en güzel şehir kapısı olan Bab Mansour. Kapı üzerindeki işlemeler muhteşem. İnsan bu kapıdan gözünü ayıramıyor. 











Fes, Fas ve Faslılar için çok önemli şehir. Fas’da Fesli olmak ayrıcalık. Eski şehirin bulunduğu Medina'dan gezmeye başladık Fes'i... Etrafı surlarla çevrili olan Mediya'ya  birçok kapıdan giriliyor. Bu kapılardan hangisinden girerseniz girin, kendinizi bambaşka bir dünyanın içerisinde buluyorsunuz.

Bazen bir insanın dahi zorlukla yürüyebileceği, birbirine çok benzeyen sokaklar, rengarenk dükkanlar, koşuşturan, alışveriş yapan, malını satmaya çalışan, eşya nakli yapanlar ile yaşayan bir Medina. Burası sizin hayalinizden bile geçiremeyeceğiniz kadar farklı, bildiğimiz canlı bir alışveriş merkezi değil.

Burası sanki ortaçağda, zamanın durduğu bir şehir merkezi. Ama herşeyiyle ortaçağ. Satıcılar, kalaycılar, bakırcılar, el işleri, aklınıza ne gelirse herşey o günkü gibi. İnsanların kıyafetlerinde o günden değişen fazla birşey yok. Sanki ortaçağı canlandırmak için inşa edilmiş bir film seti. Çarşıda gördüğünüz her dükkanda yüzyıllar öncesinden kalmış bir hayatı birden bire göreceksiniz hissine kapılıyorsunuz.

Bambaşka büyülü bir dünya... Binlerce küçük küçük dükkan. Bu dükkanların başında ise, özel ve formülü gizli iksirleri ile her derde deva ilaçları üreten baharatçılar geliyor. Tamamen bitkisel özel karışımlar ile hazırlanan solüsyonları, bitkisel terapi losyonları, masaj yağlarını bu dükkanlarda bulmanız mümkün. Bunların bir kısmının Sağlık Bakanlığı’na bağlı olarak çalıştığını öğreniyoruz. Dükkanların içi bir renk cümbüşü. 




Deri işçiliğinin de, Fes’de ayrı bir yeri var. Fas’ın en ünlü tabakanesi Medina’da. Tabakaneyi gezip derilerin nasıl tabaklanıp boyandığını görebiliyoruz. Deri kokusu insanı rahatsız edecek boyutlarda. Ancak bununda pratik bir çaresini bulmuşlar. Kapıdan girerken herkese bir dal nane veriyorlar. Naneyi koklayınca da alışveriş iştahınız hiç eksilmiyor. Görüyorsunuz nane, her derde deva. İlk İslam üniversitesi de burada. Burada herşey var. Küçük bir hatırlatma, Fas’da pazarlık etmeden alış veriş yapmayın. 


Bu kadar dar yollarda taşımacılık, yalnızca at, eşek ve katır sırtında yapılıyor. Yolda yürüyenlere hayvanların çarpma olasılığını engellemek için “belek” yani “dikkat” diye sesleniyor sürücüleri... Bu sesi duyduğunuzda geri dönüp bakmak yok! Hemen duvara yapışacaksınız. Kafanızı çevirdiğinizde at ya da eşeğin kafası ile karşı karşıyasınız. İlk başlarda hepimiz birkaç darbe alıyoruz, ama neyseki önemli birşey olmuyor. Sonra da alışıyoruz. 




Ertesi gün, kahvaltıyı takiben Fes’den ayrılıp Marakeş’e doğru hareket ediyoruz. Onbir saat gibi uzun bir yolculuktan sonra akşam saatlerinde Marakeş’e ulaşıyoruz.

Yorgunuz, ancak bizi kimse durduramaz. Yemekten sonra Jmaa El Fna Meydanı’na (Kıyamet Meydanı) gidiyoruz. Burası Marakeş’in kalbi ve tüm turistler orada. Meydanın ortasında maymun, akrep ve yılan oynatanlar, saz çalıp şarkı söyleyenler, fal bakanlar, hikaye anlatanlar, her derde deva bitkisel ilaç ve büyü satanlar, yöresel danslarını yapanlar, erkek dansözler... Görülmeye değer bir çeşitlilik, renklilik...


Fas kültürünün örneklerini burada görmek ve onların arasına karışarak yaşamak fırsatını buluyoruz. Fotoğraf çekmek için bundan güzel bir fırsat olamaz fakat hemen para da istiyorlar. Her zaman yanınızda bozuk para bulundurmanızda fayda var. 


Meydanın etrafına hediyelik eşya, kilim ve halı satanlar ile seyyar lokantalar yerleşmiş. Bu seyyar lokantalar, gece geç saatte toplanıyor ve meydanı boşaltıyorlar. Ertesi gün akşam saatlerinde gelip tekrar kuruyorlar. Kebap, biftek, köfte vs. ne isterseniz var. Yiyeceğimizi orada seçiyoruz. Gözümüzün önünde pişiriyorlarlar ve güle oynaya yiyoruz. Tabii duman ve kokular altında... 



Meydanın kuzey çıkışından Suk’a (çarşı) giriyorsunuz. Bu, Fes’de de gördüğümüz gibi dar ve kıvrımlı sokakları ve küçük binlerce dükkanı ile alışveriş merkezi. Suk’un dar sokaklarının serin havası iyi geliyor. Birkaç defa yolumuzu şaşırıyoruz. Ama olsun. Sorarken insanlarla dost oluyoruz. Bize nane çayı ikram ediyorlar. 




Marakeş kızıl bir şehir. Tüm binalar kızıl renkte. Bu nedenle bu şehirde güneşin batışı ve bunun kızıllığı hiç bitmiyormuş havasına kapılıyoruz. Ancak gün içinde tonları değişiyor. Şehir oldukça da modern. Koutobia Cami ve özellikle minaresi, Marakeş’in sembolü olmuş. 


Marakeş’ten sonra Atlas Okyanusu kıyısındaki tatil beldesi Assaouira’ya doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca ağaçlara çıkmış, tepelerinde bu ağaçların meyvelerini yiyen bir çok keçi görüyoruz. Bu ağaçlar, dünyada yalnızca Fas’ın güney batısında yetişen “argan ağacı" Keçiler bunların meyvelerinin etli kısımlarını yiyorlar ve çekirdeğini atıyorlar. İnsanlar da bu çekirdekleri topluyor ve yağını çıkarıyorlar. Kozmetik ve eczacılık alanlarında kullanılıyor.



Assaouira, şirin bir tatil şehri. Köknar ağaçlarından yapılan ağaç el işleri çok meşhur. Binaları beyaz ve mavi renge boyanmış. Hatta balıkçı kayıkları da. Rüzgar sörf yapmaya elverişli. Fas’daki son akşamımızda kahvemizi mavi gökyüzüne, okyanusa bakarak ve martıların seslerini dinleyerek yudumluyoruz.


Fas gezisi bitti. Fes ve Marakeş unutulamayacak şehirler. Bunun da ötesinde gördüğümüz zellij sanatı, alçı ve ağaç işçiliği eşine ender raslanır güzellikte. Hoşçakal Fas... Bunun devamı, Endülüs olmalı. Neden olmasın?


Kaynak: OLAY SALCAN / Leyleğin Güncesi