28 Ocak 2018

GÜZELLİKLERE AÇILAN KAPI


KUYUCAK / Lavanta Kokulu Köy

Mavi huydur  bende (*)... Gönül penceremde, en sevdiğim renk maviye açılsa da, severim tüm renkleri umutla yine de. İnsanları, durumları, şehirleri de bir renkle tanımlamak, anılarımda öyle iz bırakmalarını sağlamak iyi gelir bana. Kars beyazdır, Kaş turkuaz... Mardin sarıdır, Antakya ebruli... Artvin yeşildir, Ankara gri... Ben değilim aslında bu renkleri  yakıştıran şehirlere. Hayat doğal olarak buluyor, bulduruyor yakışanını. Isparta Keçiborlu kazası Kuyucak Köyü de böyle bulmuş olurunu. Moru seçmiş... Yeri göğü mor kılmışlar, kucak kucak, mis gibi sunuyorlar gelenlere...
Bu sene Temmuz ayında Göller Bölgesine doğru yaptığım bir haftasonu kaçamağında gidip gezdiğim ve hayran kaldığım bu köyün adını, ilk defa "Gelecek Turizmde" diye anılan bir destek programında gördüm aslında. O tarihe kadar benim bildiğim tek Kuyucak, Sebahattin Ali'nin romanına kahraman olan Yusuf'un doğduğu Aydın'ın bir kazasıydı oysa.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve Anadolu Efes'in ortaklığında sürdürülen programın amacı Türkiye'nin turizm potansiyelini ortaya çıkarmak, bu alandaki istihdamı artırmak ve sürdürülebilir turizm projeleri üzerinden yerel kalkınmaya destek olmaktı. Ama, benim ilgimi en çok, bu amaçla yola çıkanların genellikle kadınlar olması çekti nedense...
Kadın isterse, her şey değişir, güzelleşir diyenlerdenim ben de😉 O yüzden ilgi ile takip ettim yapılanları. Projenin ilk dönemlerinde Bursa'nın Misi köyü kadınları, yerel lezzetlerini ve ipekböceği ile yaptıkları geleneksel el sanatlarını tanıttılar. Ardından Mardin'in kadınları, eski bir Mardin evini harika İpekyolu Misafirevine çevirdiler...Seferihisar'daki kadınlardan geldi sonra ses. Yörenin birbirinden güzel doğal lezzetlerini markalaştıracağız ve herkese tanıtacağız dedi onlar da... Urfalı kadınlar biz de varız dedi. Göbeklitepe ile bir kez daha dikkat çeken taş işçiliğini yeniden hayata geçirmek için sıvadı onlar da kollarını, yanlarına birkaç aynı ruhta erkeği alarak... Ama kanımca en köklü etkiyi yaratan, Isparta'nın Kuyucak Köyü kadınları oldu. Yıllardır sessizce yaptıkları üretimden, bir peri masalı yarattılar.
Köyü görüp de, bunu kabul etmemek mümkün değil gerçekten... "Kuyucak" adının tılsımı bu herhalde... Dokunduğunu güzelleştiren kahramanlar yetiştiriyor.😊 Aynı Sebahattin Ali’nin romanda düzene, kadere isyan eden Yusuf’u gibi, Kuyucak Köyü kadınları da, güzeller güzeli köylerinin bu şekilde kendi kabuğunda yaşamasına isyan ettiler ve gerek köylerinin gerek kendilerinin hayatının akışını değiştirmeye kalktılar.
Burdur Gölü manzaralı köylerinde, araziler boş kalmasın diye tam 42 yıldır ürettikleri, kuruttukları, yağını, balını yaptıkları lavantalarla görünür olmayı başardılar.   Kendi halinde ama emek dolu devam eden sakin yaşamları, 2014 yılında bambaşka bir seyir aldı. O yıl, Keçiborlu kaymakamlığının önderliğinde, "Gelecek Turizmde" projesine başvurdular ve "Lavanta Kokulu Köy" projesi ile o yılın 1.si oldular.

Bundan sonra da peri masalı başladı işte. Önce kadınlara bir kooperatif kurduruldu. 20 kadından oluşan kooperatif üyelerine, aromatik bitki yetiştiriciliği, kooperatifçilik, ev pansiyonculuğu, hijyen, güzel konuşma, girişimcilik, satış ve alan tanıtımı gibi konularda eğitimler verildi. Hatta tecrübe olsun diye, kadınlar Fransa'ya bile götürüldü. İşte bundan sonra da, köye değen o sihirli el sayesinde, değişim-gelişim başladı...

İşte tüm bu bilgiler ışığında çıktık yola. Köye sabah saat 7 gibi ulaştık. Gün yenice doğmuştu. Toprakta, evlerin üzerinde gecenin gölgeleri vardı daha... Köyün girişindeki bir dondurmacıda "Barcelona" tabelası, onun yanında da sağa-sola yatmış, yıkılmak üzere olan terk edilmiş eski evler dikkatimi çekti ilk olarak. Bu tezat Anadolu'nun her yerinde var elbette. Ama gönülden geçen, Gelecek Turizmde projesinin köyün geneline sihirli değneğini değdirmesi yönünde... Oraya ait olmayanların köyden çıkarılmasını, yıkılsın diye beklenen o evlerin restore edilerek köyde konaklama imkanlarının artırılmasını istiyor insan…


Bugün yaklaşık 3.000 dönümlük bir alan lavantalarla kaplı Kuyucak ve civarında. Tarlalar haziranda tomurcuklanıyor, temmuzda çiçekleniyor ve ağustosta da hasat yapılıyor. Lavantaların güldeki gibi koku kaybetme endişesi olmadığı için, erken saatte hasat zorunluluğu olmadığını ve az suyla bakımlarının yapılabildiğini, bunların da kazancı artıran bir durum olduğunu öğreniyorum orada.

Açıkhava fotoğraf stüdyosu gibi tarlalar. Hayalleri deklanşöre düşsün diye, doğru ışığın, doğru açının peşinde tarlaların yeni misafirleri. Herkesin dilinde “Fransa’nın Provence Bölgesi gibi” benzetmesi, şaşkınlık nidaları… Yerin göğün neredeyse mora bulandığı burnumuzun dibindeki bu köyün, şimdiye kadar bilinmemesi acı aslında. Provence’ı görenlerin aklından da “Tıpkı Türkiye’deki Kuyucak gibi” cümlesi geçsin diye tüm bu çabalar. Şimdiye kadar gidersen varlığından haberdar olduğun yerlerin kaderini yaşayan, gözden kaçan hayatlar, birileri görmeyince gölgesiz, sessiz yaşayan insanlar diyarı Kuyucak, artık çemberin dışına çıkacak diye umuyorum.
Tarlaların moru, sıcak geçen yıl nedeniyle bu yıl erken solmuş. Ama yine de köy üstü denilen eresil taraflarındaki tarlalarda daha çok mor çiçekli öbekler görmek mümkün.  Lavantanın yükseği sevdiğini de burada öğreniyorum. Gözün değdiği her yerin böyle lavantalarla kaplı olması, mor bir düşün içine girmek gibi. O kokunun yoğunluğu, arı vızıltılarının sessizlik içindeki uyumlu korosu... Herşey çok güzel görünüyor bana.


Gözümüz gönlümüz bu güzelliğe doyunca, açlığımızı anımsıyoruz … Kuyucak'ta lavanta kokulu kadın kooperatifinin açtığı şirin çardak altı tesiste yapıyoruz kahvaltımızı. Gözleme, haşhaş ezmesi, lokul... her biri kooperatif üyesi kadınların birbirinden güzel el emekleri...  Ama dar zamana yığılan bu kalabalık yormuş köyün güzel, üretken kadınlarını... Hizmete yetişemiyorlar. Zamanla olacaktır. Yılgınlık, yorgunluk yaşamadıkları takdirde, her yıl üzerine daha güzel başarılar ekleyecektir. 

Köy muhtarı emekli öğretmen Mehmet Aydemir'in çabasıyla, 145 dönümlük hazine arazisinin, köy tüzel kişiliğine geçirildiğini öğreniyorum kahvaltı esnasında. Amaçları Lavanta tarlaları arasında ahşaptan evler yaparak, lavanta turlarını konaklamalı hale getirmekmiş. Umarım, bunu da başarırlar. Araziler köy tüzel kişiliğine ait kalır. Rant sağlamayı ve el attıkları yerin posası çıktıktan sonra fırlatıp bir kenara atmayı planlayan şehir eşkıyalarının, rant düşkünlerinin eline geçmez buraları... Var çünkü bunun örnekleri. Alaçatı 20 yıl önce kendi halinde güzel bir köyken, bugün geldiği nokta çok mu güzel sizce? Ben, yerel hayatı bozmadan, oradaki insanların hayatlarını, alışkanlıklarını değiştirmeden yaşanan gelişimden yanayım. Değişime-gelişime evet, dönüşüme, tek tipliliğe, turist soygunculuğuna, kültür yok ediciliğine hayır diyorum ısrarla…

Gezinin asıl amacı lavanta tarlalarını görmek olsa da, amaca ulaştıktan sonra civarda gezmeye kim engel olabilir diyoruz. Kahvaltı sonrasında lavantalara veda edip, rotamızı Eğirdir’e çeviriyoruz. Gölde, gecenin ve sabahın üstümüzdeki yorgunluğunu atmadan önce, Burdur Müzesine uğruyoruz. Müze, Anadolu'daki en güzel müzelerden biri bence. Daha önce yaptığım Sagalassos gezimde yazdığım  bu yazımdan  müze ile ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.  Sagalassos ve Kybiria antik kentlerinin bulgularıyla dolu, harika bir sunuma sahip bu müzeyi herkes görmeli bence...

Öğleden sonra, Eğirdir Gölü'nde yüzme molası veriyoruz. Göl, haftasonu olması nedeniyle oldukça kalabalık. Suyu bulanık ve çok sığ... İki neden de keyifle yüzmeme engel oluyor. Ama yine de, "gölde yüzmedik" dememek için giriyoruz suya. Sonrası sahil kenarında sohbet muhabbet.

Akşama doğru otele eşyaları bırakıp, bir duş alıp Eğirdir'in tepelerindeki seyir terasına gidiyoruz. Daha önce gelip gördüğüm kır kahvesinden hallice görünümlü manzara terasını, bugün böyle düzenlenmiş, seyir balkonları oluşturulmuş, tertemiz bir halde görmek çok mutlu ediyor beni. Manzara gönlümüzü, gözümüzü doyuruyor ama acıkan karnımızı da doyurmamız lazım. Bunun için de, Yeşilada tarafına geçiyoruz. Eğirdir'in en güzel balık lokantaları burada...
Ertesi gün, kahvaltı sonrası Kovada gölü Milli parkına gidiyoruz. Bu göl, belki de göller bölgesinin suyu azalmayan ender göllerinden biri. Suyu yemyeşil,  manzarası çok güzel, ortamı huzurlu... Milli park alanı zengin bir bitki örtüsüne sahip. Kızılçam, karaçam, meşe ve ardıç gibi ağaç türleri ile çok sayıda maki florası kaplı her yer. Suyun yeşilliği biraz bu gölü kaplayan bitki örtüsünden, biraz da suda bulunan tortulardan ötürü...
Eğirdir Gölü’nün güneye devamı olan Kovada Gölü, aradaki dar bölgenin alüvyonlarla dolması sonucu ayrı bir göl halini almış. Gölü kaplayan yeşil alan içerisinde yaşayan canlı türlerinin, ne yazık ki hayatta olmayan örnekleri, Milli park girişindeki park tanıtım ofisinde sergileniyor... 
Buradan Yazılı Kanyon'a gidiyoruz. Yazılı Kanyon da Milli Park. Hafta sonu olması nedeniyle piknikçilerle dolu. Havaya yayılan mangal kokusu, kanyonun içlerine doğru yürüdükçe doğanın sunduğu eşsiz kokuların arasında kayboluyor Allahtan. Kanyona adını veren yazıt, iç kesimlerde bir kaya üzerine eski Yunan şairlerinden Epiktetos'un yazmış olduğu "Hür İnsan üzerine Şiiri" aslında...

Şöyle diyor Epiktetos şiirde;

"Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola, şunu bilerek;
Hür kişi sadece karakterinde hür olan kişidir.
Kişi hürriyetinin ölçüsü bizzat kendi doğasında bulunur.
Ve kararında içtenlikliyse hür kişi,
Yüreğinde ise dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyi
Ve bununla yücelir hür kişi hatalarla değil
Ana-babadan gelen uydurma bir asaletten tat almaz o;
Zira ana baba değildir hür insanı doğuran
Zeus'tur herkese ata olan ve de tek kök insanoğluna
Herkesin tek şansı vardır, o alır kader icabı beden güzelliğini
Budur soy güzelliği ve hür olma  hali gerçek anlamda
Ruhen köle olan ise saklamaz kötü sözden, katmerli köle olmasa da
Aşırılıktır şiarı bu kişinin, yüreğinde soysuzluk vardır.
Ey yolcu Epiktetos köle bir anadan doğmuştu ama
Yüceydi herkesten, bir kartal gibi, bilgelikte ise takdire şayandı ruhu
Söylemem gerekirse tanrısal bir varlık doğurdu onu
Keşke şimdi de bu mümkün olsa
Böylesine yararlı ve sevinç kaynağı bir insan
Tüm ünlü kişiler arasında köle bir anadan dünyaya geldi"

Bu şiirin verdiği ilhamla, Aksu çayının kanyon içinde oluşturduğu küçük göl sularından birinde yüzme molası veriyoruz yine. Su buz gibi. Bu yorgunluğu, ancak böyle bir soğuk, bıçak gibi kesip alır bu bedenden diyoruz. Buz gibi suya, bedenimizi olmasa da ayaklarımızı sokuyoruz...

Bir gezi de böylece bitiyor işte. Geride  nice renkli, güzel anı bırakarak...

Gittiğin yerde gördüklerin değil, gözlerini kapattığında o yerden akılda ve gönülde kalanlardır önemli olan diye düşünüyorum. Benim aklımda da gönlümde de Kuyucak Köyünün emek veren insanlarının güzelliği kalıyor bu hafta sonuna dair. Doğanın muhteşemliği bir de...

Görmek istediğimizde, aslında tüm güzelliklerin burnumuzun dibinde olduğunu unutmadan gezeceğimiz yerlerde buluşmak ümidiyle…

  (*) Edip Cansever şirinden

Kaynak: Leyleğin güncesi - Yazı: Sonat Şen / Fotoğraflar: Serhat Güler


26 Ocak 2018

LEYLEĞİN GÖZYAŞLARI


ORADA BİR LEYLEK AĞLIYOR..

Son yıllarda tarihi ve kültürel değerleriyle yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgi odağı olan Tokat’ın Niksar ilçesi bu kez gene dikkatleri üzerine çekmeyi başardı.

Leylekli Köprü restorasyonu


Konu başlığını okuyup, “Leylek de ağlar mı?” diye düşünebilirsiniz.. Evet, ağlar.. Yapılanlar karşısında taştan yapılmış leylek bile ağlar.. 

Leylek Rölyefi
Leylek rölyefi Roma Dönemine ait taş köprünün üzerinde yer alıyor. Şimdi dilerseniz Leylekli Köprünün konumlandığı Niksar hakkında sizi kısacık bilgilendirelim.

Ziyaret edenler bilir. Niksar, geçmişten bugüne su kültürünü yoğun yaşayan bir kent. Kelkit Çayının suladığı verimli Niksar Ovası, 1400 yıllık şifa kaynağı olarak ünlenen Ayvaz Suyu, Niksar Kalesinin her iki yanından akıp giden Çanakçı ve Maduru Dereleri, saymakla tükenmeyen pınarları ve görkemli taş köprüleri her zaman kent sakinlerine övünç; ozanlara, şairlere ve yazarlara esin kaynağı olmuş.

Medresesi, tarihi camileri ve kümbetleriyle tanınan Niksar’ın yerleşim olarak kullanımı milattan önceye dayanmaktadır. Tarihi belgeler; Pontus, Roma, Bizans, Beylikler Dönemi, Selçuklu ve Osmanlı Dönemine ev sahipliği yapan kentin o dönemlerde Danişmentli Beyliğinin başkenti olduğunu da yazıyor.  

MÖ 1. yüzyılda, Anadolu’da bilinen ilk dikey milli su değirmenlerinin bulunduğu Niksar’da geleneksel usulde çalışan değirmenlere artık rastlanmıyor. 
Ya köprüler.. Tarihin sessiz tanıkları Niksar taş köprüleri son zamanlarda biraz hüzünlü. 

Leylekli Köprü restorasyonu
Leylekli Köprü restorasyonu
Buram buram tarih kokan bu beldenin barındırdığı değerler, kenti ziyaret eden yerli ve yabancı ziyaretçilerde hayranlık uyandırırken Çanakçı Deresi üzerinde yer alan taş köprülerde “Restorasyon” tanımlamasıyla sürdürülen onarım çalışmaları kent sakinleri kadar ziyaretçileri de şaşırtıyor, kaygılandırıyor.

Leylekli Köprü restorasyonu













Leylekli Köprü restorasyonu
Bilirsiniz, ülkemizde akarsular üzerindeki köprülerin mülkiyeti Karayolları Genel Müdürlüğüne aittir.
Restorasyon, bakım ve onarım sorumluluğu da.. 
Bu kuruma bağlı, Köprüler Genel Müdürlüğünün yaptırdığı, onarımı 2017 Temmuz ayında tamamlanan SEYMENLİ KÖPRÜSÜ ile onarımı sürdürülen LEYLEKLİ KÖPRÜ bölgede üzüntü yaratıyor. 

Leylekli Köprü restorasyonu



Uygulamanın hatalı, yetersiz ve yanlış olduğu kanısında ortak düşünceye sahip olan Niksarlılar köprülerine sahip çıkmak için her yolu deniyor, resmi ve özel kurum ve kuruluşlarla iletişime geçiyor. Yöre basınında çıkan yazılarla da sorunlarını dile getirmeye çabalayan Niksarlıların tek amacı; Niksar kent kimliğinin önemli simgelerinden olan tarihi köprülerin konusunda yetkin uzmanlar tarafından restore edilmesi.

Leylekli Köprü restorasyonu


Yöreye ait yapı malzemelerinin kullanılmadığını, kullanılan yapı ürünlerinin özgün dokuyla uyuşmadığını ve uygulamadaki belirgin hataları da vurgulayan İstanbul Niksarlılar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Şafak Gümen; “Bu yanlış mutlaka düzeltilmeli. Biz, bugün bu duruma göz yumarsak yarın çocuklarımız, torunlarımız bizden hesap sorar” diyerek durumun niceliğinden çok sosyo-kültürel etiğine vurgu yaptı. Birkaç basın açıklamasının ötesine geçemeyen yerel yönetimden Niksarlıların isteği; yıllardır Tarihi Kentler Birliği üyesi olan Niksar'ın tarihi ve kültürel mirasına sahip çıkması ve bu konuda önder olması. 

Evet.. Niksar’da bir leylek ağlıyor..

Seymenli Köprüsü Restorasyon sonrası

Seymenli Köprüsü Restorasyon sonrası
Seymenli Köprüsü Restorasyon sonrası
Seymenli Köprüsü Restorasyon sonrası
Seymenli Köprüsü Restorasyon sonrası

Restorasyon fotoğraflarını gören bilim insanları ise; “Bunu Niksar’a nasıl yaparlar? Yüzlerce yıllık geçmişi olan bu tarihi yapıların geleceği asla oldubittiye getirilemez, getirilmemeli” diyerek kaygılarını belirtiyorlar.   
Niksarlılar köprülerine sahip çıkmaya kararlı görünüyor..

Not: Konu başlığında ve yazıda fotoğrafı kullanılan leylek rölyefi restorasyonlar sırasında kırılmamış olup, özgün durumunu yansıtmaktadır. 

Kaynak: Tokat Valiliği - Tokat Merkez ve İlçeleri Taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıkları Envanteri


https://www.instagram.com/sorichistanbul.boutique/https://www.instagram.com/sorichistanbul.boutique/

25 Ocak 2018

İNAT KUCA'DA BOŞNAK KAHVESİ İÇMEK



Bosna-Hersek Yolcusu Kalmasın!

Yemyeşil dağları, bu dağların arasından kıvrıla kıvrıla geçip giden nehirleri, vadilere serpiştirilmiş irili ufaklı şehirleri, konuk ağırlamaya can atan kasabaları, kıpır kıpır nağmeleri ve birbirinden lezzetli yemekleri ile Balkanların incisi Bosna-Hersek...
 
Hani bazı ülkeler, şehirler vardır. Kitaplarda okumak, filmlerde izlemek, anlatılanları dinlemek yetmez... Yola düşüp, tarih kokan sokaklarında yürümek, köprülerinden geçmek, bir tepeye çıkıp uzun uzun gün batımlarını seyretmek, köşe başında kurulmuş semt pazarından alışveriş etmek lafın kısası yaşamak “anı biriktirmek” gerekir. İşte Bosna-Hersek tam da böyle bir Balkan ülkesi...

“Çadırımız mavi beyaz
Bu sene gelemedi yaz
Aman katip haller yaman
Beni başka deftere yaz....”

- Eski Bir Balkan Türküsü

Çocukluk yıllarımın karlı buzlu kış günlerinde bir sonraki günün daha da soğuk olacağının habercisiydi Balkanlar... Tek kanallı televizyonumuzun uzun kış günlerinde her akşam konuğu olan sunucu “Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası tüm yurtta etkisini gösterecek” derdi.  Üniversite dahil öğrencilik hayatım boyunca ne çok okuyup sınav oldum Balkanlar’dan. İlk gençlik yıllarımda hep duyup okuduğum Bosna-Hersek vardı. Acılarıyla, yaşanmakta olan savaşla!

Ve şimdi Bosna-Hersek’teyim... Evet, yakın zamanda yaşanan savaş günlerinin sokaklarda, mezarlıklarda, yıkık binalarda hala izleri var. Silinmemiş silinemez de... Ama burada da her yerde olduğu gibi çocuklar var, parkları dolduran, koşup oynayan çocuklar; sonra gençler hepsi de pırıl pırıllar.



 

Bosna-Hersek’te ilk durağımız ülkenin başkenti Saraybosna, nam-ı diğer Sarajevo. Türklerin Avrupa’da kurduğu en büyük şehirlerden birisi olan Saraybosna, tarihi boyunca birçok önemli olaya tanıklık etmiş. Bunlardan ilk aklıma gelenler, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olarak gösterilen Arşüdük Franz Ferdinand’ın öldürülmesi, 1984 Kış Olimpiyat Oyunları ve Bosna Savaşı sırasında neredeyse üç buçuk yıl süren amansız kuşatma.


Miljacka Nehri Saraybosna’nın tam ortasından geçiyor. Nehir üzerinde irili ufaklı köprüler var. Nehrin bir tarafında yürüyerek gezebiliyorsunuz diğer tarafında ise şehri bir baştan diğerine dolaşan soluk mavi, bordoya çalan kırmızı sözün kısası eski hem de çok eski tramvaylarla istediğiniz yere ulaşabiliyorsunuz. Nehir üzerindeki köprülerden en meşhuru Latin Köprüsü. Köprüde karşıdan karşıya geçenlerden çok fotoğraf çektirenler dikkatinizi çekecektir. İşte, Birinci Dünya Savaşı’nı tetikleyen olayın gerçekleştiği adres burası. O günlere ait merak ettiğiniz her şeyi köprünün hemen yakınında bulunan müzeyi gezerek öğrenebilirsiniz. 

 
Yürümekten yorulup, hem biraz soluklanmak hem de bir şeyler içmek için  köprünün biraz ilerisindeki küçücük beyaz badanalı yapıya “İnat Kuca”ya ulaşırsanız hikayesi eminim sizin de ilginizi çekecektir. Bugün kafe olarak faaliyet gösteren İnat Kuca’nın sahibi inatçı mı inatçıymış. Kütüphane binasının yapımı sırasında civardaki bazı evlerin yıkılması gerekiyormuş. Evler yıkılacak, o evlerden çıkanlara yeni ev verilecekmiş. İşte bu evlerden birisinin sahibi “ben çıkmam da çıkmam evimden” diye inat etmiş. Devletin ileri gelenleri onca dil dökmüşler ama bir türlü ikna edememişler. Gel zaman git zaman yumuşamış evin sahibi, ama bir şartı varmış: Evinin duvarlarındaki tüm tuğlalar teker teker sökülecek aynı malzemeyle nehrin tam karşısında kendisine bir ev yapılacak. Ev yıkılmış ve karşı tarafa aynısı yapılmış; yeni evin adı da “İnat Kuca” kalmış. İşte yanında bir lokma bol Hindistan cevizli lokum ile şekersiz ikram edilen Boşnak kahvenizi yudumladığınız mekanın “İnat Kuca” nın, dinlediğim öyküsü. 

 



Saraybosna, yürüyerek, ara sokaklarında kaybolarak keşfedilecek bir şehir. Şehrin mutlaka görülmesi gereken önemli tarihi mekânlarını da bu yürüyüşleriniz sırasında elinizle koymuş gibi bulursunuz. Tüm sokakların birleştiği nokta Güvercin Meydanı. Meydan kalabalık mı kalabalık, turistler, yerliler ve tabii ki güvercinler. Ortasında yeniden yapılmış ahşap bir çeşme... Meydana açılan sokakların her birinde el emeği göz nuru ürünlerin satıldığı minik dükkânlar var, akşam olunca bunların çoğunun ahşap kepenkleri kapanıyor. Her sokak başında meşhur Boşnak börekçileri… Boşnak böreği; hani ucundan bir lokma tadına bakıyım, diye başlayıp “hadi biraz daha, azıcık daha” yiyim deyip ölçüyü kaçırtacak kadar muhteşem bir lezzet. Kıymalı içle hazırlanan böreğin üzerine yoğurt konularak servis ediliyor. Ama ne yoğurt, kaymak tadında, krema kıvamında. Ayrıca ıspananklı, patatesli ve peynirli böreklerin de tadına bakmalısınız. Fırından yeni çıkmış, nar gibi kızarmış güzelim böreklerin tek eksiği şöyle taze demlenmiş bir bardak çay. Evet, demleme çay yok buralarda ne yazık ki. Börekle bitmiyor tabi ki. Kebap denilen köfte, kıyması bol pirinci az malzemeli dolmalar, çorbalar, etin her çeşidi, benim pek beğendiğim ve iki tane yediğim içi bol cevizle doldurulmuş tufahiye tatlısı, peynir çeşitleri, şaraplar ve siyah bira... Göze de mideye de hitap ediyor buranın yemekleri. 
  
 
 
 
Sokaklarda dolaşırken Morica Han, Gazi Hüsrev Bey Cami ve Medresesi, saat kulesi hemen yolunuzun üstünde. Daha ileriye devam edince ise Ortodoks Kilisesi, Katedral, Boşnak Enstitüsü var. Saraybosna, aynı cadde üzerinde veya ara sokaklarında Katolik, Ortodoks ve Müslüman ibadet yerlerinin bir arada olduğu ender şehirlerden.

Şehrin yeni olan bölümünde ise kafeler, restoranlar, dünyanın tanınmış markalarının satıldığı mağaza ve butikler ile şimdilerde büyük şehirlerin vazgeçilmezi olan alışveriş merkezleri bulunmakta. Yeni olan tarafta yürürken iki caddenin birbirini kestiği yerde sönmeyen bir meşale çıkar karşınıza. İkinci Dünya Savaşında yaşamlarını kaybedenler anısına konulmuş olan bu meşale gece gündüz sürekli yanıyor.

 

Tarih kokan şehir Saraybosna’dan sonra ülkenin diğer şehir ve kasabalarını bir araç kiralayarak gönlünüzce dolaşabilirsiniz. Dağların, tepelerin arasından, yemyeşil vadilerden ve bütün güzellikleri üzerinde yansıtan hani “su yeşili” dediğimiz türden nehir kıyılarından yapacağınız geziniz de Mostar’a mutlaka uğrayın. Neretva Nehri’nin üzerinde Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin tarafından yapılan Mostar Köprüsü’nde soluklanıp, Mostar’ın, vaktiniz bolsa tüm bölgenin öyküsünü  bir de yorulmak bilmez seyyah Evliya Çelebi’den dinleyin. Kış kapıdan girmeden yola çıkın....

Haydi, Bosna-Hersek Yolcusu kalmasın!

Kaynak: Leyleğin Güncesi - Yazı:Yeşim Özcan / @yesimcimcim  Fotoğraflar: Murat Solakoğlu / @msolaks

24 Ocak 2018

60+ MISINIZ?


60 Yaş ya da üzerindekiler DİKKAT! 
(yaklaşanlara da...)

Artık yaşam boyu biriktirdiğin parayı kullanma zamanıdır. Bunları, onu biriktirmek için bulunduğunuz özverileri bilmeyenlere bırakmayınız. Size üzüntü verecek yatırımlar için kullanma zamanı değildir, sizin için huzur ve sükunet dönemi başlamıştır artık.

Çocuklarının ve torunlarının, parasal sorunlarıyla uğraşmaktan vazgeç; senin için harcadıkları paralar için suçlu hissetme kendini. Eğitim dahil, onlar için en iyisini yapmaya çalıştın daima. Şimdi sorumluluk onlarındır.

Biraz bencillik yap, ama tefeci olma. Gezintiye çık ve başkalarının hoşuna gidecek şeylerin peşinden koşmaktan vazgeç.

Sağlıklı, büyük fiziksel hareketler gerektirmeyen bir yaşamın olsun. Ölçülü bir biçimde jimnastik yap ve doğru beslen.

En iyisini ve en zarifini al. Bu dönemde, ana gaye, paranın sizin tarafınızdan, zevkinize ve arzularınıza göre harcanmasıdır. Unutma ki, ölümden sonra para, sadece kin ve nefrete yol açar.

Küçük şeyler için kendini üzme, hatırlamak isteyeceğin güzel anlar gibi unutulması gereken kötü anlarında olur.

Yaşına bağımlı kalma, sevgini hep canlı tut.

Kendine iyi bak, temizliğine dikkat et. Görünüşün Görkemli olsun: sık sık kuaföre git, tırnakların bakımlı olsun, cildiyeciye, diş hekimine git, düzenli bir şekilde parfüm ve krem kullan. Artık genç ve yakışıklı olmasan bile, en azından bakımlı olursun.

Modern görünmek pek de önemli değil, iyi bir klasik olmaya çalış. Saçlarını boyatarak ve şatafatlı giyinerek gülünç olma.

Gün, bu gündür. Kitapları ve gazeteleri oku, radyo dinle, TV'deki güzel programları izle, internete gir, e-postalar gönder ve al, sosyal ağlara katıl, dostlarına telefon et.

Gençlerin düşüncelerine saygılı ol, onlar senin bildiklerine bilmeseler de, yaşadıklarını yaşamasalar da, senin yaşına geldiklerinde muhtemelen senin konumunda olacaklardır, kendi düşüncelerini de söyle onlara, dinlemesini bilen yararlanır, yanılmış olsalar bile, onlarla tartışma.

Sadece anılarınla yaşama, “bizim zamanımızda” söylemini çok sık kullanma, senin zamanın da bu gündür. değerini bil…

Çocukların ve torunlarınla birlikte yaşamaktan kaçın, sadece onları görmeye git veya davet edildiğinde onlarla beraber ol.

Gerektiğinde bir yardımcı kadından destek al. Gündelik hayatını olabildiğince ve olanakların ölçüsünde kolaylaştır.

Seyahat etmek, yürümek, resim yapmak, dostlarınla oyun oynamak veya bir şeylerin koleksiyonunu yapmak gibi hoşuna giden bir“hobin, merakın” mutlaka olsun, olanakların ölçüsündeki şeyleri yap.

Yeni veya yararlı bir şey öğrenmeye çabala ve zoruna gitse bile ileri teknolojinin gerisinde kalmamaya çalış.

Sosyal ve kültürel etkinliklere katıl. Müzeleri gez, sinemaya git… Önemli olan, biraz evden uzaklaşmaktır.

Eğer arzu ettiğin bir yere davet edilmezsen, sakın gücenme, Unutma ki, gençliğinde, sende birilerini hayal kırıklığına uğratmış olabilirsin, anne ve babanı fazlaca davet etmemiş olabilirsin.

Az konuş, çok dinle, yaşamın ve geçmişin, sadece seni ilgilendirir. Bir şey ile ilgili fikrini soran olursa, kısa konuş ve sadece, iyi ve hoşa giden şeylerden bahsetmeye çalış. Yavaş bir tonla ve kısa konuş, eleştirme.

Her şey gelip geçicidir, olduğu gibi kabul et. Bir dönemin doğruları bazen başka bir dönemin yanlışları olarak kabul edilebilir.

Acılar ve üzüntülerle hep karşılaşılır, onlarla ilgili problemleri fazlaca dile getirme. Azaltmaya gayret et. Sonuçta, sadece sizi etkilerler bu yaşta sorunlarınız sadece sizin ve doktorunuzun problemleridir.

Her an gül, yaşadığın ve sağlıklı olduğun için mutlu ol, unutma sen şanslısın, yaşamının, geleceğinin belirsiz olması gibi, ölümün de başka bir belirsiz evre olacaktır.

Eğer biri size, "Artık hiçbir işe yaramıyorsunuz" derse, duymamazlıktan gel ve bunu dert etme. Sen de kendi dünyanda sana göre önemli bir şeyler yapmışsındır. Önemli olan bunu senin duyumsamandır.

Unutma yaşam öykün iyi veya kötü olsun, bir daha tekrar etmeyecektir.

Önemli olan sensin. Sen olmadan yaşanacakları zaten göremeyeceksin. Herkesi mutlu edeceğim derken kendini ve en sevdiğini ihmal etme. Mutlu ve sağlıklı yıllar diliyorum.