01 Mart 2017

KADINSIZ GÖÇ


5000 Yıl Önce Avrupa’ya Yapılan Büyük Göçte Kadınlar Yoktu

Avrupa’ya göç edilen Rus steplerinde bulunan Yamnaya kültüründen bir iskelet. F:Wikimedia Commons











Tarih öncesi insan kalıntılarında cinsiyete özel aktarılan X kromozomlarını inceleyen yeni bir araştırma, yaklaşık 5000 yıl önce Avrasya steplerinden gerçekleşen yoğun göçe kadınların neredeyse hiç katılmadığını ortaya koydu. Öte yandan, bundan 4.000 yıl önce Avrupa’ya tarım uygulamalarını getiren büyük göç, hem kadınlardan hem de erkeklerden oluşuyordu. Cinsiyet eğilimindeki bu farklılık, iki göçün farklı sosyal ve kültürel süreçler tarafından gerçekleştiğine işaret ediyor.
Genetik veriler, modern Avrupalıların atalarının, birden fazla tarih öncesi göç dalgasından etkilenen bir mozaiği temsil ettiğini gösteriyor. Tarih öncesi insan kalıntılarının genomik çeşitliliği üzerine yapılan son çalışmalar, iki büyük göç olayının Avrupa tarihöncesini anlamak için özellikle önemli olduğunu ortaya koydu: İlki, 9000 yıl öncesinden başlayarak Anadolu’dan tarımı getiren Neolitik Göç, ikincisi ise yaklaşık 5000 yıl önce Avrasya steplerinden gerçekleşen Bronz Çağ göçü. Bu göçler büyük sosyal, kültürel ve dilsel değişimlerle çakışıyor ve her iki göç de Orta Avrupalıların gen havuzunun yarısından fazlasının yerine geçti.
İnsanlığın tarih öncesindeki dramatik olaylar, o zamanlar yaşayan insanlar arasındaki genetik çeşitlilik kalıpları kullanılarak araştırılabilir. Özellikle, eski genomlar temelinde farklı kadın ve erkek demografik geçmişleri üzerine yapılan çalışmalar, tarih öncesi popülasyonlarda sosyal yapıların ve kültürel etkileşimlerin karmaşıklığı hakkında bilgi sağlayabilir.
Uppsala ve Stanford Üniversitelerinden araştırmacılar, 20 Erken Neolitik ve 16 Son Neolitik/Bronz Çağı insan kalıntılarında, cinsiyete özel kalıtsal X kromozomu ve otozomlardaki (cinsiyet kromozomu olmayan) genetik ataları araştırdı. Tarımcı popülasyonlarda patrilocalite’yi (kadının evlenince kocasının ailesiyle birlikte yaşaması) savunan önceki hipotezlerin aksine, Neolitik Çağ’ın başlarında Avrupa’ya çiftçiliği getiren göç sırasında cinsiyete dayalı karışımların bulunduğuna dair bir bulgu bulamadılar.

Erken Neolitik Çağ ve Neolitik Çağ / Bronz Çağı göçlerinde erkekler (mavi) ve kadınların (kırmızı) dağılımı. F: Mattias Jakobsson



Organizmal Biyoloji Bölümü’nde Genetik profesörü Mattias Jakobsson, “Bununla birlikte, Bronz Çağı boyunca Pontik steplerden yapılan göçler için dramatik bir şekilde erkek eğilimi bulduk. Göç eden insanlarda çok az sayıda X-kromozomu var, bu da göç eden her bir kadına karşılık, göç eden on erkek olduğunu işaret ediyor.” diyor.
Araştırma ekibi, erkekler ağırlıkta olmak üzere, bir dönemde birden çok kuşağın steplerden Orta Avrupa’ya göç ettiğine dair kanıtlar da buldu. Dolayısıyla neredeyse sadece erkeklerden oluşan grupların birçok kere Avrupa’ya göç ettiği ortaya çıktı.
Neolitik ve Bronz Çağ’da yaşanan iki büyük göç olayındaki cinsiyet dağılımındaki zıtlık, farklı kültürel geçmişlere işaret ediyor. Neolitik göç erkek ve kadınların eşit sayıda olduğu büyük bir dalgadan oluşuyor, 4000 yıl sonra yaşanan Bronz Çağı göçü ise büyük oranda erkeklerin göç ettiği birkaç dalgadan oluşuyordu.
Kaynak: ARKEOFİLİ

28 Şubat 2017

BİR GASTRONOMİ YOLCULUĞUNA NE DERSİNİZ?

KARGI



Kızılırmak Havzası’nın kıvrımları yanına halı gibi serilmiş çeltik tarlalarının akşam kızıllığındaki büyüleyici görüntüsü… Aklımda Yaşar Kemal’in bir Anadolu kasabasında çeltik tarlalarında geçen , çeltik ağaları ve kasabaya gelen genç kaymakamın onlarla mücadelesini anlatan “Teneke” isimli kitabı…

Dönüm dönüm, setler halinde çevrilmiş içi suyla doldurulmuş tarlalar… Suyun üstüne düşmüş pamuk bulutlar, ağaçlar ve otların yansıması… Çamurlu suların içinde çalışan çeltik üreticisi, traktörlerin arkasına akşam yemeği için dizilmiş koro halinde bekleyen hacı leylekler…Bir yandan insanın içine huzur veren eşsiz bir manzara, diğer yandan çeltiğin pirince dönüşme işlemine kadar verilen emeğin ve alın terinin yürek burkan öyküsünün ağırlığı.

Daha önce bilmediğim, farklı bir coğrafyadayım yine… Anadolu'da uygarlık tarihini başlatan Hititlerin ana yurdu Çorum'da. Hititlerin, "Marrasantiya" adını verdikleri Kızılırmak Havzası'nda,  Çorum Valiliği'nce düzenlenen "Kızılırmak Havzası Gastronomi ve Yürüyüş Yolu" festivalinde.


Hitit başkenti Hattuşa ile 1986'da UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne giren Çorum, Vali Nurullah Çakır'ın özverili çalışmalarıyla bir çok turizm projesine imza attı.  Geçtiğimiz  yıl Hitit yerleşimlerinin çevresindeki eski yollarda rehber Ersin Demirel’in katkılarıyla yaklaşık 380 km. lik yürüyüş ve bisiklet parkuru oluşturuldu. Bu yıl da projenin devamı Kızılırmak Havzası boyunca uzanan yerleşim birimlerinin kültürel, tarihsel ve doğal güzelliklerinin, bölgeye ait özgün yemek kültürüyle  tanıtıldığı “Kızılırmak Havzası Gastronomi ve Yürüyüş Yolu” ekoturizm çalışması başlatıldı. Ben de bu güzel projenin tanıtıldığı festivalin davetlileri arasındaki bir şanslıyım.



Eskiler "yediğin içtiğin senin olsun" der ama ben gezip gördüğüm yerlerin tadını da paylaşmak istiyorum sizlerle. Belki gözlerinizi kapatıp, fotoğraflardan bir kaşık da siz alırsınız, o yöresel lezzetleri damağınızda hissedersiniz, belli mi olur?

Festivalin ilk günü akşam saatlerinde üç gün boyunca misafir edileceğimiz Anitta Otel'e yerleştik. Otelimiz kent merkezinde. Saat kulesine ve Çorum Müzesi'ne yaklaşık beş dakikalık yürüme mesafesinde, kentin tek beş yıldızlı oteli. 



Kısa bir dinlenmenin ardından  Çorum Müzesi’nde, “Hititlerden günümüze Çorum mutfağı” temalı geleneksel lezzetlerin sunulduğu açık büfe ziyafet sofrasıyla festivalin açılışını yaptık. Aralarında bir çok yemek yazarı, gurme, yemek tarihçisi ve lezzetçinin bulunduğu etkinlikte, Çorum’a özgü yemeklerin tadına baktık. Pastırmalı madımak, yumurtalı sirken, mercimekli yırtma ve ısırgan otlu muska böreği benim favorilerim oldu. 

Aniden bastıran yağmurla, müzenin bahçesinden içine taşınan açık büfenin en unutulmaz yanı, Hititlere ait antik vazoların, kabartmaların ve çeşitli objelerin karşısında yemek yememizdi bana kalırsa. İlginç bir deneyimdi diyebilirim. 



Yemek sonrası dinlenmek üzere otelimize geçtik. Ertesi gün için enerji toplamamız gerek. Mehmet Yaşin’in deyimiyle “damak çatlatan” lezzetlere ulaşmak için uzun gastronomi yürüyüşlerine başlayacağız çünkü… Sabah erkenden uyanıp, uçsuz bucaksız çeltik tarlaları arasından Çorum’un Osmancık ilçesine doğru hareket ettik. Kızılırmak kenarındaki tesislerde yöresel ürünlerden oluşan nefis bir kahvaltı ile güne başladık.  




Neler yoktu ki kahvaltıda?
Çeşit çeşit ekmekler, taze yapılan gözlemeler, mevsimin bütün yeşillikleri, yöreye ait çeşitli peynirler ve Kargı tulumu. Ayrıca çeşitli pekmezler, reçeller ve sayamadığım çok çeşitte yiyecek...



Çorum’un klasik kahvaltılıkları haricinde ilk dikkatimi çeken pirinç helvası   ve kapari salatası oldu. Osmancık demek pirinç demek. Sofraların yıldızı tatlıdan tuzluya pirinç olacak elbet. 


Hepimizin bildiği ama geleneksel de olsalar her elin ayrı yaptığı yaprak sarması, kapari salatası, yöreye özgü peynirler ve bir parça gözleme ile donattım tabağımı. Hepsinden tadacağım der ve bir de kaptırırsak iş kötü.. Sonra Kargı’da bizi bekleyen sırık kebabını nasıl yiyeceğiz? O yüzden kaşığın ucuyla alalım da, tadı damağımızda kalsın.


Osmancık’ta Koyunbaba Köprüsü altından akan Kızılırmak’a karşı yapılan besleyici bir kahvaltının ardından Kargı'ya hareket ettik. Yolda, "Kargı kültür evi ve yöresel ürünler" pazarına uğradım. Sırt çantama küçük bir poşet Osmancık pirinci, bir kavonoz kapari turşusu, mis kokulu pirinç sabunları ve Kargı Bezi’nden bir masa örtü attım. Kargı; tulum peyniri (koyun sütüyle yapılıyor), bamyası ve kargı beziyle tanınıyor.

“Kargı Bezi” dokumacılığının yörede geçmişi taa 1850’li yıllara kadar dayanıyor. Kargı İlçe ve köylerinde pek çok evde bulunan dokuma tezgâhlarında (işlik) dokuma yapan kadınlar ev halkının temel giysi ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra, birbirinden zahmetli ve aylar sürecek göz nuru isteyen işlemelerle gelinlik kızlarına çeyizler hazırlıyorlarmış. Özellikle 1960’lı yıllarda neredeyse her evde bir dokuma tezgahı bulunurken, gelişen teknolojiyle birlikte zamanla önemini yitiriyor Kargı Bezi…


Çorum Valisi Nurullah Çakır’ın girişimleriyle 2011 yılından itibaren Kargı ilçesinde yeniden orijinal tezgahlar kuruluyor, bu sanatın son ustaları tekrar tezgah başına geçiyorlar. Çeyizlerden çıkarmaya kıyılamayan nadide dokuma örnekleri üzerinden ilçe kadınlarına Kargı Bezi dokuması üzerine eğitimler veriliyor. İşte yıllar sonra günışığına çıkarılan Kargı Bezi’nden  almadan buralardan geçip gitmemek gerek.



Vakit öğleye doğru ilerlerken Tepelice-Hacıveliler parkurunda yürüyüş için Kargı yaylalarına doğru hareket ettik. Kargı, elini Karadeniz’e uzatmış Çorum’un kuzeyi… Ahşap evleri, yemyeşil doğası ve yayla yaşamı ile tipik bir Karadeniz köyü gibi…



Kargı yaylalarının doğal güzellikleri eşliğinde kaya ve ağaç gövdelerindeki kırmızı-beyaz işaretli çizgileri takip ederek, devam eden 5 kilometrelik yürüyüşün ardından; Kargı Tatil Köyü’ne ulaştık. Tam da yürü yürü nereye kadar dediğim anda... Aç karnına yürümenin dayanılmaz mutsuzluğuna ramak kalmışken… 



Kargı ilçe merkezine 24 km. mesafedeki tatil köyü, bungalovlar ve yapay göletiyle doğanın içine saklanmış güzel bir yer. Üstelik midelerimizi mutlu edecek bir de sürprizi var. “Sırık kebabı!”  Kuzu, koyun, keçi, seyis gibi çevirme küçükbaş hayvanların yaklaşık 2,5 metrelik sırıklara takılıp, odun ateşinde özel yöntemlerle pişirilmesiyle ortaya çıkan, yöresel bir lezzet sırık kebabı… Pirinç pilavı üstünde servis ediliyor. Çevrilerek pişen hayvan etiyle mesafeli bir flört durumum olduğundan, bu yöresel damak tadının beni çok heyecanlandırdığını söyleyemem. Buradaki sırık kebabını diğer çevirme etlerden ayıran ve özel kılan, kebabın doğal ortamda beslenen kuzulardan yapılması.



Yemek sonrası Kargı Tatil Köyü’ne 400m. ilerdeki Kızılcaoluk Şelalesi’ne yürüdük. Şelaleye giden yokuşlu yolda Karadeniz yayla evlerini ansımsatan ve hiç çivi kullanmadan “çatkı” denilen bir yöntemle yapılmış evlerin doğayla uyumuna hayran kaldım. 

Geriye dönüp baktığınız da arkanızda bıraktığınız manzara gerçekten aşık olunası.


Yol, Kızılcaoluk Şelalesi’nden rol çalsa da, görmeye ve fotoğraflamaya değer. Doğanın bizlere şirin bir armağanı gibi.




Bol bol temiz hava, yürüyüş egzersizi ve lezzetlerle taçlandırılmış günün finalini dönüş yolunda Kızılırmak Havzası boyunca uzanan çeltik tarlalarının olağanüstü görüntüsünü  tepeden izleyerek yaptık. Yetişmesinde büyük emek veren çeltik işçileri için,  her bir başağını yerde, her bir tanesini tabaklarda bırakmayacak kadar kıymetli bir besin pirinç.Sadece güzelliğine değil, öyküsüne de kulak verirseniz, her pirinç tanesine büyük bir aşk ve şefkat duyacağınıza eminim. 


Kızılırmak Havzası'nda gastromomi yürüyüşü maceram bu kadarla sınırlı değil elbette. Daha sırada Çorum Katipler Konağı'ndaki kahvaltı, İskilip, İskilip yaylaları ve meşhur "İskilip Dolması" var sizlerle paylaşmak istediğim.  Bir sonraki yazıda buluşmak dileğiyle...


Lezzetle kalın...


NASIL GİDİLİR?
* Amasya-Merzifon Havaalanı, Çorum’a karayoluyla 60 kilometre mesafede. THY her gün İstanbul’dan tek yön 59 TL’den başlayan fiyatlarla direkt uçuyor.

* Kent karayoluyla İstanbul’a 614, Ankara’ya 244 kilometre uzaklıkta. Hattuşaş, Ulusoy firmaları İstanbul ve Ankara’dan tarifeli otobüs seferi yapıyor.

*Hiç otobüsle, uçakla, haritayla, otel rezervasyonuyla uğraşamam; ayrıca profesyonel rehberlik hizmeti de almak isterim diyenler için bir diğer alternatif, Tempo Tur'un düzenlediği Osmancık-Kargı- Dipsiz Göl gezisi.

Kaynak: Yazı ve Fotoğraflar - GÜLDEN KAYA




VARANASİ'DE ZAMAN

HİNDİSTAN/ Varanasi- Cennetin Kapısı


Gezdiğim gördüğüm yerlerin içerisinde beni en çok etkileyen, kesinlikle Varanasi’de gördüğüm dini litüreldir. Ben bir gittiğim ülkeye bir daha gitmemeye karar verdim. Nedeni de çok görülecek yer var. Tamamını görmeye imkan yok. Görmek istediklerimin tamamını görmek için de ne zaman ne de para yeter. Ancak Hindistan bu kararın dışında kalıyor. Eğer fırsat bulursam Varanasi’yi de kapsayan bir gezi için Hindistan’a bir defa daha gitmeyi arzu ediyorum.

Varanasi’de Ganj Nehri üzerinde, sabahın erken saatlerinde güneş doğmadan başlayan ve güneşin doğuşu ile yükselişe geçip tepe noktasına ulaşan büyük bir olayın, yalnızca Varanasi’de olan bir olayın tanığı olacağız. Bu öyle bir olay ki, ruhsal, duygusal, görsel, insanoğlu bunu nasıl yapar diye düşünebileceğimiz, akıl almaz bir olay. İnsanoğlunun inancının doruk noktası.
Her şey gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Bizler yalnızca seyirciyiz. Bu olaydan keyif mi alalım, yoksa ders mi bilemiyoruz. Tam bir ikilem içerisinde kalıyoruz. Bence en iyisi, kendimizi olayların akışına bırakmak. Yalnızca görmek. Nasıl olsa bizde bu müthiş olay bir iz bırakacaktır.
Hinduların Haç Yeri

Varanasi, Hinduların haç yeri. İnsanlar buraya akın akın geliyorlar. Hindistan’da şehirler zaten kalabalık, bu kalabalığa bir de hacı olmak için gelenleri ilave ederseniz sokaklarda yatan insanların durumunu tahmin etmek hiç de zor olmayacaktır. 


Hinduların inanışlarına göre; insanlar öldükten sonra farklı canlıların bedenlerinde tekrar tekrar dünyaya geri dönüyorlar. Ancak bunun da bir sonu var. Yaşamlarında kazanabildikleri karmaya göre, ruhların bu dünya ile ilgileri kalmıyor ve ebedi yaşama katılıyorlar. Ebedi yaşama sahip olmanın en kestirme yolu da Varanasi’de ölmek. Çünkü Varanasi’de ölenin ruhu artık ölümlü bir bedende yaşam bulmuyor, sürekli cennette kalıyor.

Ganj'da Dini Ritüel

Varanasi’de en önemli olay, Ganj nehrinde Hinduların dini törenlerini ve ölülerinin yakılmalarını izlemek. Bu da sabahın erken saatlerinde oluyor. Bu nedenle de sabah saat 05:00 de kalkıp Ganj’a gidiyoruz. Tekneye binecek ve tüm törenleri uzaktan tekne içinde gezerek göreceğiz. 

 

Bize ayrılan tekneye binebilmemiz için “Ghat”a ulaşmamız gerekiyor. “Ghat” denilen yerler, aslında Ganj nehrine doğru inen beton merdivenler. Biz de tekneye bineceğimiz ghatın merdivenlerinden teknemize doğru inerken, uykusundan yeni kalkan ve sabah dini ibadeti için hazırlıklarını yapan bir saduyu fark ediyoruz. Meraklı gözlerle onun davranışlarını takip ederken, o ise bizim varlığımızdan hiç haberdar değilmiş gibi umursamaz bir tavır içerisinde.


Merdivenlerin en alt basamağında iki genç kız ellerinde içinde mum olan küçük çelenklerle bizi karşılıyorlar. Bunlar tekne gezimiz sırasında mumlarını yakarak nehre bırakacağımız sarı çiçekler. Birer tane alıyor ve teknemize biniyoruz. İki genç delikanlının kürekle hareket ettirdiği bu teknelerde Ganj üzerinde yavaş yavaş yol almaya başlıyoruz.


Cennetten Gelen Nehir

Hindu inanışına göre Ganj, ölümlülerin günahlarını yıkamak için cennetten geliyor. Sanki zaman burada durmuş gibi. Ganj bile, o kadar yavaş akıyor ki, hiçbir akıntıyı fark edemiyoruz. Teknemiz de bu durağanlığa uymuş yavaş yavaş ilerliyor. Ghatlardaki Hindular, şimdiden ruhani coşkuya ulaşmışlar. Merdivenlerde zaman zaman durarak, doğmak üzere olan güneşe yüzlerini çevirip dualarını yapıyorlar. Nehre ulaştıklarında ellerindeki çiçeklerin mumlarını yakarak nehre bırakıyorlar. Ruhani bir ortama güzellik katan çiçek ve ışık, bambaşka bir hava yaratıyor.

 Binlerce Hindu, erkekli kadınlı, genç ihtiyar hep beraber ibadetlerini yapıyorlar. Anlatılması zor, ancak görülmesi gereken bir manzara. Kadınlar rengarenk sarileriyle bir renk cümbüşü yaratıyorlar. Sonunda amaç, günahlarının Ganj tarafından temizlenip cennete gidebilmeleri. Bu maksatla da kendilerini Ganj’ın sularına bırakıyorlar ve ellerindeki bakır taslarla kutsal su ile bedenlerini yıkıyorlar. Zaman zaman da sularını içiyorlar. Hatta şişelere doldurup bu kutsal suyu evlerine götürüyorlarmış.


Günahları temizlediğine inanılan Ganj’ın sularının temiz olduğunu kimse söyleyemez. Hindular hariç. Çünkü onlar Ganj’ın asla kirlenmeyeceğine inanıyorlar. Bizim gördüğümüz ise çok farklı. Nehir, çok ama çok kirli. Tüm kanalizasyon ve sanayi artıkları nehre akıyor, ayrıca çamaşırlar ve bulaşıklar da burada yıkanıyor. Daha da önemlisi ölenlerin bedenleri de Ganj’a bırakılıyor. Binlerce kişinin tifodan öldüğü bir gerçek. Ancak inanış çok güçlü.


Sessizliği Dinlemek

Tam bir sessizlik var. Biz de bu sessizliği bozmamak için teknede hiç konuşmuyor, kutsal sularda kutsanan insanların ruhani davranışlarını seyrediyoruz. Binlerce hindu cennete gitmek ve ebedi varlığın bir parçası olabilmek için buradalar. Bizlere çok garip, ama o kadar da muhteşem görünen bir manzara. İnsanoğlunun karakterinde bir inanışın ne kadar büyük boyutlara ulaşabileceğinin en güzel örneği. 

Bir Hindunun hacı olabilmesi için, Ganj nehri kenarında ismi belli beş tane ghatı ziyaret etmesi gerekiyor. Ölünce de küllerinin Ganj’a savrulması ile bu işlem tamamlanıyor. Bunların tamamlanması ile de cennete gideceğine inanıyor. Ölü yakma işlemi, odunların üzerine yerleştirilen ölü bedenlerin yakılması ile gerçekleştiriliyor. 


Ölüler cinsiyetlerine ve yaşlarına göre süslü kumaşlara sarılıyor ve yakma yerine tahtalara bez gerilerek yapılmış sedyeyle taşınıyorlar. Ancak Hindu inancına göre herkes yakılmıyor. Örneğin yüksek rütbeli rahipler, hamile kadınlar ya da bebekler Ganj'a yakılmadan konuluyor. Bu nedenle de Ganj üzerinde gördüğümüz birçok yüzen cesedin nedeni bu.


Varanasi'de Herşey Farklı

Yavaş yavaş güneşin Ganj Nehri üzerine yansıttığı o muhteşem ışıklarını görüyoruz. Etrafa yaydığı kızıllık bu ortama en uygun renk. Tüm hinduları ve insanlığı kutsar gibi. Ölüleri yakmak için yanan ateşler kırmızı, güneşin rengi kırmızı. Kırmızı burada hem yaşamın hem de ölümün rengi. 


Karşı sahilde ibadet yapanların yanında yoga yapanlar, bulaşık ve çamaşır yıkayanlar dikkat çekecek kadar fazla. Yabancı olduğu belli genç sarışın bir kız, bir sadu ile birlikte yan yana güneşin doğuşuyla birlikte yoga yapıyorlar. Güneşin kendilerine vuran kızıl ışıklarının yarattığı gizemli hava içerisinde farklı görünüyorlar. Birkaç grup insan da ilahiler eşliğinde yoga yapıyorlar. 

Şimdi bu muhteşem görüntüye müzik de karışıyor. Ortamın gizemli ve çarpıtıcı olması için her şey var. Bizler de kendimizden geçercesine bu muhteşem görüntüyü seyrediyor ve bu anı yudum yudum tadıyoruz. Çünkü bu manzarayı ancak Varanasi’de yaşabiliriz. Gezip görmenin, insanlara verdiği en büyük keyif ve ayrıcalık. Ben, bunları televizyondaki belgesellerde de seyrediyorum diyebilirsiniz, ama yerinde görünce farkı fark ediyorsunuz. 


Şimdi güneş biraz daha yükseldi ve kızıllığı daha da güzel. Bu, dindar bir Hindu için olabilecek en güzel an. Tüm ghatlardaki Hinduların büyük bir huşu içerisinde ibadetlerini yaparken ortaya çıkan havanın çevreye yaydığı olumluluk, bizi de pozitif olarak etkiliyor. Ganj’ın ve Varanasi’nin maddi kirliliğini unutup, manevi temizliğin tadını çıkarıyoruz. 

Kaynak: Yazı ve Fotoğraflar - OLAY SALCAN / Leyleğin Güncesi

GERMİR HAKKINDA BİLMEDİKLERİNİZ..

İŞTE GERMİR !..



GERMİR
Germir, vaktiyle bir köymüş, ama günümüzde Kayseri merkezinde yer alan Melikgazi ilçesinin bir mahallesi.

Ne Demek?

Önce “Germir” adının nereden geldiğini açıklamak gerekiyor. Köyün adı ile ilgili rivayetler muhtelif. Bazıları bu adın Rumca “Kermiria” sözcüğünden, bazıları da Ermenice’de “kırmızı” anlamını taşıyan “Garmir” sözcüğünden geldiğini ileri sürmekte. Köyün adının eski Türkçe'de “aydınlık, güneşli yerleşim yeri” anlamına geldiğini söyleyenler ya da Osmanlıca’da “harap, ıssız, terk edilmiş yer” anlamına gelen “gâmir” sözcüğünden kaynaklandığını iddia edenler de var!

Evet, rivayet muhtelif, ama, bu isim hikayesi burada bitmemekte! Köyün adı 1960’ların başında her ne hikmetse, “Konaklar” olarak değiştirilmiş. Ama, köylüler büyük bir hukuk mücadelesi vermiş ve yöre, 2000’de yeniden eski adına kavuşmuş! Zaten resmi yazışmalar dışında kimse Konaklar adını kullanmıyormuş!



























Biraz Tarih

Köyün tarihi hakkında fazla bilgi yok, kayıtlar sadece 400-500 yıl öncesine kadar uzanmakta.  Ama bu kayıtlar, yirminci yüzyılın başlarına kadar Germir’de Türk, Ermeni ve Rumların birlikte yaşadığını ortaya koymakta.

1834 yılında çevreyi gezen Hamilton, Researches in Asia Minor, Pontus and Armenia adlı kitabında (c: II, s: 264), Germir’in etrafı bağ-bahçe ile çevrili büyükçe bir kasaba olduğunu, taş binaları, düzenli kaldırımları bulunduğunu belirtmekte ve bu haliyle bir “Türk kasabasına pek benzemiyor; gerçekten de nüfusun çok büyük bir kısmını Rumlar oluşturuyor” kaydını düşmektedir.

1878 tarihli Ankara Vilayeti Salnamesi [Yıllığı]’ne göre Germir’de yaklaşık olarak 1.500 Rum, 1.000 Ermeni ve 500 Müslüman yaşamaktadır. Muhtelif kaynakların aktardığına göre 1900’lerin başında köyde dört eczane, 12 doktor ve 35 mağaza varmış. Pastırma üretimi ekonomik açıdan önemliymiş. Ayrıca, çok sayıda bezirhane bulunmaktaymış. Bu vesile ile hemen belirteyim ki, bir bezirhane yakında Ağırnas’ta ziyarete açılacak, sanayi arkeolojisi ile uğraşan meraklılara duyurulur! Üretilen yağ, toprak boya ile karıştırılınca, cami ve kiliselerdeki süslemelerde, bütün tahribatlara rağmen bugün bile canlılığını koruyan renkler ortaya çıkmaktaymış. Ayrıca 2.000 kitabın olduğu bir kütüphane bulunuyormuş. Yüzyılın başında köyde, altı cami, iki Rum ve bir de Ermeni kilisesi mevcutmuş.

Öyle köy deyip geçmeyin, burada vaktiyle Willis, Chevrolet ve Ford marka araçların bayii bile varmış!

Bir çok kaynak, Germir’de yaşayan gayrimüslimlerin “Türkofon” olduğunu açıkca belirtmekte. Bir diğer ifade ile hem Rumlar, hem de Ermeniler büyük ölçüde Türkçe konuşmaktaymış. Bu nedenle mübadelede Yunanistan’a göçmek zorunda kalan Rumlar büyük sıkıntı çekmiş. Ama, yazı dilinin her topluluğun kendi alfabesi ile olduğunu da belirtmek gerekir!


Evler... Evler

Germir’de ilk dikkati çeken, bütün bakımsızlıklarına rağmen hâlâ güzel olan evler. Bir kısmı yıkılmış, geriye kalanlar yıkılmaya yüz tutmuş. Ama, bir kısmı da zamana karşı direniyor.



























Çoğu yüz yılı aşan bir geçmişe sahip olan evlerin bir bölümü tek katlı, bir bölümü de iki-üç katlı. İkinci ve üçüncü katlarda mekandan kazanılması için çoğu kez çıkmalar kullanılmış. Evlerin belki de hepsinin ortak özelliği, zeminin altında da iki-üç katın bulunması. Zemin altında kalan katların bazıları ahır olarak kullanılmış, bazıları da şaraphane olarak... Bu zemin katların şaraphane olarak değil ama ahır olarak kullanımı hâlâ devam ediyor!




























Çeperleri boyanmış kemerli kapılar hemen kendini göstermekte; çoğunun üstünde evin inşa tarihi kaydedilmiş. Bu arada, dış cephede pencere kepenklerinin, iç mekanda ise kapıların son derece ilginç, süslü olduğunu vurgulamak gerekir. Neredeyse tamamı renkli ve oyma desenli.


 Pencerelerdeki demir işçiliğinin estetiği de insanı büyülüyor. İnsanların evlerini süsleme geleneğinin en güzel örneklerini burada görebiliyoruz. 



























Eğer şansınız olur da, birkaç evi ziyaret edebilirseniz, ki son derece konuksever olan Germirliler hiç çekinmeden kapılarını açıyor ve “girin bakın, istediğiniz gibi dolaşın” diyor, duvarlardaki süslemeleri, desenli kapıları, ocakları görmeniz mümkün!



























Bazı evlerin taç kapıları da olağanüstü görkemli. Sanki bir mabedin kapısı gibi...





Bazı evlerin giriş kapısındaki rumca "Maşallah" yazısı da oldukça dikkat çekici!  



























Germir, 2000’lerin başında SİT alanı olarak ilan edilmiş; o nedenle yeni yapılaşma yok. Ama, 8-10 katlı yapılar gözle görülecek yakınlığa kadar gelmiş!

Kiliseler

Germir’deki en büyük kilise Panaya adını taşıyor. Kayseri’den Germir’e doğru yol alırken ilk olarak kubbesi ile karşılaşıyorsunuz. Çatısının bir bölümü çökmüş; ne var ki yapı ana hatları ile oldukça sağlam durumda.


Avlusunda bulunan bir alçı panoya dayanarak sanıyorum bir süre cami olarak kullanılmış. Ancak, ardından uzun yıllar ahır olarak “hizmet” vermiş, kısa bir süre önce de boşaltılmış. Kilisenin duvar resimleri büyük ölçüde tahrip olmuş. Yine de sanki biraz bakım yapılsa “ayağa kalkacak” vaziyette. Hemen yanındaki çan kulesi ise ne hikmetse bütün haşmetiyle sapasağlam yerinde duruyor.



























Mahalleler arasında yer alan bir diğer kilise halen ahır ve depo olarak kullanılmakta. Son derece güzel gök mavisi desenlere sahip. Kubbesi zaman içinde çökmüş, sahibi de yerine beton bir tavan yapmış. “Sahibi” diyorum, çünkü, 1940’lı yıllarda bu kiliseler kim bilir neye dayanılarak, bilinmiyor, özel mülkiyete geçirilmiş! Doğrusunu söylemek gerekirse, mevzuata göre, bu kiliseleri gezmek için sahibinden izin almak gerekli!!! Allah’tan hiç kimse “hayır, olmaz” demiyor.



























Gazeteci Oral Çalışlar ve yazar Zülfü Livaneli, Panaya kilisesinin müzeye dönüştürülmesini önermekte. Sanırım, doğru bir öneri. Kimbilir belki de, bu önerinin gerçekleşmesi ile sanayide gelişmesine rağmen turizme daha yeni yeni önem vermeye çalışan Kayseri, uluslararası bir inanç ve kültür turizmi merkezlerinden biri haline gelebilir.

Yeri gelmişken belirtelim: Türkiye’de pek bilinmese de Germir, özellikle sinema severler tarafından oldukça iyi tanınan bir yöre. Şimdi “bu nereden çıktı, neden” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çünkü, Germir, "ben ne Rumum, ne Türk, ne de Amerikalı. Ben Anadoluluyum" diyen ünlü yönetmen Elia Kazan’ın annesinin köyü!!!



























Vaktiyle, ailenin bu köyde büyük bir konağı, konağın önünde de bir kuyusu varmış. Zaman içinde konak yıkılmış, sadece yeri biliniyor. Ama, kuyu hâlâ kullanılıyor.

Yolunuz Kayseri’ye düşerse, hiç değilse birkaç saatinizi ayırıp Germir’i gezin derim. Tabii bu gezi sırasında, Ahmet Gazi Ayhan tarafından derlenen ve artık yerinde yeller esen “Germir Bağları”nı anlatan,

“Gine yeşillendi Germir Bağları,
Bakarım erimez dağların karı,
Bergüzar yollamış ellerin yari,
Saçını boynuma dolar ağlarım”

türküsünü mırıldanmayı ya da dinlemeyi de ihmal etmeyin!



Kaynak: M. BÜLENT VARLIK