16 Mart 2017

HUZUR VE MUTLULUĞUN ANAHTARI KIRSAL YAŞAMDA GİZLİ










Köy kültürü, köy yaşantısı özellikle büyükşehir insanı tarafından unutulmaya yüz tutmuş durumda. Oysa ki köy, sağlıklı yaşamdır, köy huzurdur…
Köy yaşamı fikri bile bir anda insanın içini ısıtır. Hele hele şehirlerimiz böyle karmaşık, böyle kalabalık, böyle yorucu ve stresli haldeyken…

Altındağ Belediyesi, ilginç ama harika bir projeye daha imza atmış. Ben yakın zamanda duydum. Projenin çıkış noktası ise şöyle; Batı Karadeniz’de kültür hazinesi niteliğinde Çantı Evler yer almaktaymış. Bu evlerin özelliği ağaç gövdelerinin üst üste konularak, birbirine geçme yöntemiyle ve çivisiz olarak yapılması. Aslında tüm dünyada ormanlık yerlerde kullanılan bir ev yapma yöntemi. Karadeniz’de 1900’lü yıllardan itibaren yapılmaya başlanan bu evler, korunmadığı gibi, son yıllarda fırınlara da odun olarak satılmaya başlanmış. İşte Altındağ Belediyesi bu noktada devreye girmiş. Tüm bu çantı evleri tek tek söküp Ankara’ya taşımış. Ve Altınköy kapsamı içerisine hepsini yerleştirip, restore etmiş. Evler geniş sayılacak büyüklükte. Oda sayıları çok. Her bir oda, yörenin kültürüne  uygun olarak dekore edilmiş. Böylece içinde bir yaşam biçimini de görmek mümkün.


Altınköy, gerçekten de bir köy olmuş. Köy meydanı bile var. Çeşmesi, tulumbası, fırını, camisi, ilkokulu, çay bahçesi, atölyeleri ve tabi köy bakkalı… Bu arada köye araçla girilmediğini de belirteyim. Aracınızı girişteki otoparka bırakıp, huzurla gezebiliyorsunuz köyü.
Değirmencilik birçok köyde yüzyıllardır yapılan bir iş. Su ya da yel değirmenlerinden insanlar ekmeklerini çıkardılar hep. Köyün içinde her iki değirmen türünden de var.  Ve en güzeli, değirmenler çalışıyor. Köy böylece kendi ununu üretiyor.  Ziyaretçilere de bu nostaljik yöntemi keyifle seyretmek düşüyor. Özellikle çocukların çok ilgisini çekeceği kesin. Bu unla köydeki taş fırında ekmekler yapılıyor. Dilerseniz satın da alabiliyorsunuz da. Unutmadan söyleyeyim, buğdayı da burada kendileri yetiştiriyorlar.


İlkokulda ise, köy şartlarındaki öğrenim hayatını anlama olanağı buluyorsunuz. Tüm okullar bu deneyimi öğrencilerine yaşatmak için uygulamalı eğitime katılabiliyorlar.

Bakkalda ise tamamen doğal ürünler var. Köyün tarlalarında üretilen sebzeler, meyveler, un, ekmek ve süt ürünleri satılıyor. Tipik bir köy bakkalı şeklinde dizayn edilmiş. Bir de köy kahvesi yapılmış. Onun da tüm parçaları Karadeniz’den söküp getirilmiş.

Demirci, kalaycı, dokumacı, nalbant gibi unutulmaya başlanan mesleklerin ustaları da köydeki yerini almış. Onları seyretmek ayrı bir keyif. Bazen başka illerden zanaatkarlar da geliyor. Yine unutulmak üzere olan sanat dallarını uygulamalı olarak gösteriyorlar. Bunların hepsi köy yaşamı içinde gerçekten yapılan işler…


Müzeler de var tabi. Köy Müzesi, restore edilen evlerin içinde ve dışında yer alan gündelik kullanım eşyalarını kapsıyor. Bunların hepsi Anadolu’nun farklı yerlerinden toplanmış.

Köy Oyuncakları Müzesi, bez bebekler, tel arabalar, ahşap oyuncaklar, topaçlar gibi bugünün çocuklarının hiç bilmediği parçalardan oluşuyor.

Bir de Yaban Hayatı Müzesi var. Orman ekosisteminin nasıl işlediği anlatılıyor burada. Çocuk Etkinlik Evi de bulunuyor. Unutulmuş oyunlar ile çocuklar anne ve babalarının geçmişine dönüyor.

Altınköy’ün içinde dolaşırken, kendinize şehirde ben ne yapıyorum diye sorarsanız hiç şaşırmayın sakın


Kaynak: Yazar - Şefika Onur Akatay (THM)

TURİZM: KÜBA

Yeşil Timsah: KÜBA


Dünyada en çok gezip görmek istediğim ülkelerin başında her zaman "Küba" yer almıştır. Çalışmanın verdiği telaş içerisinde daha yakın ülkeleri tercih ederek Küba’yı hep ihmal etmişimdir. Nihayet Fidel Kastro, Che Guevara, Mojito (mohito diye okunuyor) ve Buena Vista Social Club’un ülkesine, Küba’ya gitmeye karar verdim.


Küba’yı gezmeye başlayınca, bu ülkenin yalnızca Fidel Castro Che Guevara ve Mojito'dan ibaret olmadığını anladım. Küba’yı gizemli ve güzel yapan buradaki kültürel mozaik. Beyazı, siyahisi, melezi hep birlikte hiç bir ırk, din ve renk ayırımı gözetmeden mutlu mesut yaşıyor.

Bir gün yolunuz bu renkli ve dost canlısı insanların ülkesine düşerse, kesinlikle yolda kalmazsınız! Toplu ulaşım ve taşımacılık çok gelişmiş olmamasına rağmen otostopla gidemeyeceğiniz yer yok diyebilirim :)


Küba halkı genelde Afrikalılar, İspanyollar ve Meksikalılardan oluşan renkli bir topluluk. Bu renklilik, yaşamlarının her yönüne yansımış. Afrika tarzı rengarenk giysileri ile dolaşan kadınları ve Meksika şapkalı erkeklerini her zaman görebilirsiniz. 

Bu renkliliği en çok müzikde hissediyorsunuz. Kölelerin getirdiği Afrika’nın vurgulu ve gizemli ritimleri ile İspanyolların taşıdığı Akdeniz’in oynak tonları kaynaşıp çok farklı, kulağa hoş gelen, insanı kıpır kıpır yapan bir müzik ortaya çıkmış. Buna Amerikalıların cazı ile Güney Amerika salsaları da karışınca insan yerinde duramıyor. Yolda sakin sakin bir kafenin önünden geçerken duyduğunuz müzikle hemen ister istemez hareketlenmeye başlıyorsunuz. 


Küba bir müzik cenneti. Kafe ve lokantaların yanısıra sokak köşelerinde de müzik yapan gruplar var. Her grup kendi müzik albümünü yapmış ve CD olarak arada satıyorlar. Eğer hepsini alırsanız, sonunda müthiş bir kolleksiyonunuz oluşuyor.


Bu insanlar müzik yaparken farkı hissediyorsunuz. Çünkü size çok iyi gülüyorlar ve yakınlaşıyorlar. Çok cana yakın ve sıcak insanlar olduğundan sizinle hemen bir ilişki kuruyorlar ve sizi de icra ettikleri müziğin içine dahil ediyorlar.
O kadar neşeli ve dost insanlar ki müzik evrensel bir dil haline geliyor ve kendinizi grubun bir üyesi gibi hissediyorsunuz. "Keşke Türkiye’de çaça ve salsa dersleri alsaydım" demekten kendimi alamadım doğrusu. 

Yazımın başlığında Küba için “Yeşil Timsah” diye bir ifade kullandım. Kübalılar ülkelerine böyle diyorlar çünkü... Bunun nedeni de Küba adasının bir timsaha benzemesi ve çok yeşil olması. Gerçekten de çok yeşil, ormanla kaplı bir ada. Bazı bölgelerde yağmur ormanları var. "Vinales Vadisi" buna verilebilecek en iyi örnek.

(Fotoğraf: Google Maps)

Küba’yı diğer ülkelerden ayıran bir başka özellik de 1950 yıllarından kalma eski model Amerikan arabaları. Özellikle Havana’da çok sayıda, her marka ve modelde eski araba var.


Amerikalılar ülkeyi terk ederken arabalarını götürememişler. Bunlar Küba’ya ayrı bir hava veriyor. Çalışıp çalışmadığını öğremenedim ama 1919 model Ford araç dahi gördüm. Adeta açık "Amerikan arabaları müzesi", kesinlikle görülmeye değer. Böyle bir ülke dünyada var mı? Ben hatırlamıyorum. İnanılmaz bir nostalji. İnsan hangisine bakacağına şaşırıyor.
Che Guevara, bir kahraman olarak Küba'da her yerde... Küba’nın sembolü olmuş. Fidel Castro’dan daha ünlü ve halk tarafından çok seviliyor. Santa Clara’da kendisine çok güzel bir anıt mezar yapmışlar. Diğer devrimde ölenlerle beraber gömülmüş. Bu kadar ünlü olmasının sebebi çok yakışıklı olması ve Bolivya’da yine bir devrim hareketinde ihanete uğrayarak genç yaşta öldürülmesi bana kalırsa... 
Küba’nın diğer ünlüleri; purosu, romu, mojito ve kahvesi. Purosu, “Havana Purosu” adıyla tanınıyor ve tamamen el yapımı. 





























Puro fabrikasını (fabrikadan ziyade atölye demek daha uygun olur)  gezdim. Hiç makine yok.  Dünyada Havana purolarının meşhur olmasının en önemli nedeninin kalitesinden ziyade, Fidel Castro ve Che Guevara’nın bunları içerken gösteren boy boy fotoğrafları gibi geldi bana. 


Küba romun vatanı. Şeker kamışından üretilen bu içkiden yapılan mojito, "Cuba Libre" ve "Daiquiri Frappe" gibi kokteylleri çok ünlü. Beyaz rom, şeker, yeşil limon (lime), soda, buz ve taze nane yapraklarından yapılan ve Küba’da yaşayan Amerikalı ünlü yazar Ernest Hemigway’in de favorisi olan Mojito’yu daha çok beğendim. İnsanı sıcak havalarda ferahlatan bir içki. "Daiquiri"nin içine çok buz konuyor. "Cuba Libre" coca cola ile yapılıyor. Benim favorim mojito :)
Küba’yı anlatmak için Küba’yı ikiye ayırmak daha uygun olur. Birincisi Havana, ikincisi ise ülkenin geri kalanı. Çünkü Havana, iki milyonluk nüfusu, tarihi dokusu ve geçmişte yaşadıkları ile çok farklı bir şehir. Unesco tarafından 1982 yılında “Dünya Kültür Mirası” listesine alınmış olup, bölge bölge restore çalışmaları devam ediyor. Gerek Havana’da ve gerekse bu şehirlerde yapılan restorasyon çalışmalarıyla binalar rengarenk boyanmış. Küba’nın çok renkli kültürünü yansıtmak için olsa gerek.


Şehir merkezi ve hemen yanındaki bir kaç sokağın dışındaki kalan sokak ve caddeler oldukça eski. Amerikalılar Havana’yı terk ettikten sonra binalar onarılmamış. ve zaman da acımasızca onları eskitmiş. Bir kısmında insanlar yaşıyor ama diğerleri boş. Bazı yerleri terk edilmiş bir hava veriyor. Emin olun buraları gezmek çok daha farklı. Ancak binalar harap ve eski olmalarına rağmen muhteşem. 

İnanıyorum ki yakın bir zamanda Küba’nın bu eski, oldukları şekliyle asırlık bir çınar gibi ayakta durmaya çalışan, ama devrimi, acı ve tatlı olayları yaşayan, yaşananları bir bakışta anlatan, hüzünlü binalar değişecek, hepsi makyajlı ama birşey anlatmayan binalar haline gelecekler.
Havana’da dolaşmak çok eğlenceli. Hangi kafe ve lokantaya girerseniz girin muhakkak müzik var. Cadde ve sokaklarda müzik yapan, dans eden sokak çalgıcıları ve dansçıları görülmeye değer, Oto yollarda bile mola verdiğiniz yerlerde müzik yapıyorlar. Havana’daki "Tropicana" adlı kabere görülmeye değer. İki saat süre ile yaptıkları gösteri Paris’teki Lido’yu aratmıyor. Rengarenk elbiseleri ile her yaştan Kübalı bayanlar bir peso karşılığında size öpücük verirken, fotoğraf çekilmesine izin veriyorlar.  

Ağzında puro sizinle peso karşılığında fotoğraf çektiren renkli giysili erkek ve kadınlar çok sevimli. Sizden peso, sabun ve kalem isteyenlere kızamıyorsunuz.

Çünkü çok cana yakın ve misafirperverler. Tabii bir de fotoğraf çekmeyi seviyorsanız, müthiş güzel kareler yakalama şansınız oluyor.


Cienfueros, Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilen Karayip Denizi kıyısında bir şehir. İspanyollardan kalan sarayı, tarihi meydanı ve tiyatrosu ile çok ünlü. 
Karayipler’de denize girmek çok güzel ve de havalı oluyor. Amerikan korsan flimlerinde gördüğümüz maceraların havasına hemen giriyorsunuz. "Karayip Korsanları" filminin ister istemez etkisi altında kalmışız.


Trinidad, Küba’nın görülmeye değer yerlerinden birisi. Küba tarih ve kültürünün yansımalarını burada görebiliyoruz. Gezerken gördüklerimizden son derece keyif aldık. Havana’da olduğu gibi burada da şehrin merkezi ciddi bir restorasyon görmüş. Ancak diğer sokaklar harap ve orijinal halleriyle size herşeyi söylüyor. Sokaklar gençlerin bilmediği ama eskiden Türkiye’de de olan “Arnavut Kaldırımları” aynen korunmuş. Trinidat’a özel “La Canchanchara” adlı içkiyi Küba müziği eşliğinde içmek ayrı bir keyif. Tabii ki romdan yapılmış fakat içine şeker yerine bal katılmış, hafif, keyif verici ve rahatlatıcı. Saatlerce Trinidad’ı dolaştık. Her lokanta ve kafede Mojito veya La Canchanchara içtik ve Küba müziği dinledik. 

Türkiye’ye dönmeden önce son iki günümüzü Varadero’da geçirdik. Bu bizim için dinlendirici ve keyifli bir mola  oldu. Varadero; Atlas Okyanusu kenarında, 20 km. boyunca uzanan ince kumlu, çevresi palmiyelerle süslü sahiliyle rüya gibi bir şehir.


"Küba mutfağı" diye birşey yok diyebilirim. Yemekler iyi değil. Kahveye meraklı bir kişi olarak Kübada en iyi kahvenin yapıldığını söyleyebilirim Bu işi çok iyi yapıyorlar. Otellerde işletmecilik de yeterli değil. Küba nasıl bir yer sorusuna vericek en iyi cevap; "yüzleri gülen, ayakları dans eden, eğitim oranının yüksekliğiyle dikkat çeken, kitap hediyesine oyuncak hediyesi kadar sevinen çocukların ülkesidir.” olacaktır.
Küba, devrimiyle dünya tarihinde önemli bir yeri olan bir ülke. Rusya’nın çökmesi ve Çin’in kapitalizmi tercih etmesinden sonra dünyada tek sosyalizmi uygulayan ülke. Ciddi bir ambargo altında. Çin gibi ülkeler tarafından destek görüyor. Turizm en önemli gelir kaynaklarından biri haline gelmiş. Turist olarak gelenlerin çoğu, Kanadalı ve AB ülkeleri halkı. 
Sosyalizm yavaş yavaş gevşemiş. Kazanılan paradan dolayı kişiler arasında gelir farklılıkları oluşmaya başlamış. Bunun farkında olan Fidel Castro' da bazı konularda sosyalizmden ödün vermeye başlamış. Bunlar benim gözlemlerim tabii. 

Zamanın durduğu hissine kapıldığınız Küba'ya gidilir mi?  Kesinlikle !
 

YAZI ve FOTOĞRAFLAR: OLAY SALCAN


OLAY SALCAN KİMDİR?

Çanakkale'de doğdu. Ankara’da Gazi Lisesi’ni bitirdikten sonra Kara Harp Okulu’ndan Teğmen olarak mezun olan Olay Salcan, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin (TSK),  çeşitli kademelerinde görev yaptı. TSK'da bulunduğu sürece mesleki geliştirme öğrenimini Amerika’da tamamladı. 
Belçika’daki NATO Askeri Karagahı SHAPE’de, Brüksel, Belçika NATO ve Somali’de Birleşmiş Milletler Karargahı’nda görev yaptı.  TSK'dan Albay olarak emekli olduktan sonra uzun bir sürede TÜBİTAK’ta çalıştı.

Seyahat etmek ve fotoğraf çekmek en büyük tutkusu. Kentlerde akıntıya kapılıp giderken, gezilerde akıntıya karşı durup gözlem yapmayı çok seviyor. Gezi notları ve fotoğraflarını çeşitli platformlarda dünyayı algılamayı ve keşfetmeyi seven meraklı gezgin ruhlar için paylaşıyor. 

Kaynak: OLAY SALCAN / TEMPO TUR 

15 Mart 2017

DÜNYA'NIN EN KALABALIK ÜLKESİNE YOLCULUK

Ejdarhanın Ülkesi ÇİN


“Ni Hao”  yani merhaba. Tempo Tur ile yeniden muhteşem bir geziye başlıyoruz. Bu seferki gezimiz dünyanın ve Uzakdoğu'nun en gizemli ülkelerinden birisi olan Çin’e. Uzun süren bu gezimizi bir yazıda size anlatabilecek miyim bilemiyorum. Gezimizdeki ilk durağımız, Şanghay.

Şanghay, tek kelime ile bir gökdelenler şehri. Şanghay’a akşam ulaşabildiğimiz için ilk gördüklerimiz, Şanghay’ın gece görüntüsü. O kadar çok ışıklandırmışlar ki şehir sanki bir fuar alanı görünümünde. Gökdelenlerin cephelerindeki reklamların yanıp sönen ışıkları da bu görüntüyü destekler nitelikte.

Çok kalabalık ve hareketli bir şehir. Özellikle nehrin iki yakasındaki binaların görüntüsü bir peri masalı gibi. Şanghay gezimize, bu akşam nehir kıyısında yaya bir gezinti ve sonra şehrin simgesi haline gelmiş, herkesin muhakkak ziyaret ettiği “Pearl Tower“ TV kulesinden başlıyoruz. Gerçekte haberleşme kulesi olarak inşa edilmiş olan bu kuleden şehrin manzarası çok güzel. Bu akşamlık bu kadar.


Şanghay çok yeni bir şehir, 20 yıl evveline kadar da ufak bir yerleşim yeriymiş. Ama son yıllar içerisinde çok gelişmiş. Çok kalabalık; ama düzenli yapısı, geniş caddeleri, çok katlı yolları ve oto parkları ile bunu pek hissetmiyorsunuz. Özellikle bisiklet ve motorsiklet kullananların sayısının çokluğu şaşırtıcı. Şehrin düz olması, önemli bir neden. Bunlara bir de üç tekerlekli eşya taşıyan bisikletleri ekleyin.




Bu günkü gezimizin ilk durağı, Şanghay Müzesi. Çin’in kültürü, sanatı, sosyal yapısı, halkın yaşamı ve tarihi hakkında fikir sahibi olunabilecek bir milyon parçadan oluşan güzel ve zengin bir müze. Çok etkileyici. 


İkinci gezi durağımız, 1500’li yılların ikinci yarısında yapılmış "Yu Yuan Bahçesi." Daha evvel İngilizlerin bile giremediği, yalnızca yerli halkın yaşadığı bu bölge, şimdi turistik bir alan olmuş. Geleneksel Çin mimarisinin örneklerini burada görmek mümkün. Bahçenin, yapay tepe, ufak göller ile sakin ve huzur verici bir görüntüsü var. 

Daha sonra da "Yeşim Buda Tapınağı"nı ziyaret ediyoruz. Eski Çin yapı tarzında yapılmış, yeni bir tapınak olmasına rağmen içerisinde bulunan heykeller eski. Burma’dan getirilen iki Buda heykeli, bunların en ünlüleri. 



Yapılacak bir ayin zamanına denk geliyoruz. Sarı ve al renkli giysileri, sıfır numaraya vurulmuş başları ve önlerine kavuşturdukları elleri ile Buda rahipleri ayine başlamaya hazırlar. 


Huang Pu Nehri üzerinde yapılan tekne gezisi çok keyifli. Akşam hava kararmadan başlayan bu gezi unutulamayacak kadar güzel. 



Doğu tarafında modern gökdelenler ile batı tarafındaki Bund Bulvarı ve onun üzerindeki klasik tarzdaki binalar geçmişten geleceğe bir köprü. Nehrin kenarlarından nehre dökülen aydınlatılmış suların görüntüsü ise harikulade. 


YANGTZE NEHRİ GEZİSİ

Şanghay’daki gezimiz bitti. Şimdi dört gece, üç gün sürecek nehir turumuz için Wuhan’a uçuyoruz. Wuhan hava alanında bizi bekleyen aracımıza binerek gemimizin demirli olduğu Yichang’e doğru yol alıyoruz.

Çok eski bir mumya

Yichang’e gelmeden yol üzerinde olan Jing Zhou şehrine uğramak iyi bir fırsat olacak. Nedeni de, bu şehirde çok zengin bir yeşim taşı müzesinin olması. Onu görmek istiyoruz. Bu taşın çok eski zamanlardan beri Çinliler tarafından bilindiği ve kullanıldığının güzel örneklerini bu müzede görüyoruz. 


Çinlilerin genelde yeşim taşını törenlerde kullanmak, süs eşyası olarak takmak, ölüyle beraber gömmek ve günlük faaliyetler için olmak üzere dört kategoride kullandıklarını bu müzede öğreniyoruz. Bu müzede sergilenen ve görülmeye değer olanların en önemlisi hiç şüphesiz, bir mumya. 



Mumya, bozulmasın diye camla koruma altına alınmış. Yerden aşağıya yerleştirilmiş. Tepeden bakıyorsunuz. Bu kadar uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen çok iyi durumda. Canlı gibi. Yanına iç organlarını çıkarıp koymuşlar.



Sonunda gemimize geliyoruz. Beş katlı ve beş yıldızlı oteli aratmayacak kalitede bir gemi. Herşey düşünülmüş. Dört gece, üç gün boyunca rahat, güvenli, huzurlu ve eğlenceli bir gezi yapıyoruz.
Üç Boğaz Projesi

Gemimizin gece yolculuğunun sonunda bir iskeleye yanaşıyoruz. Bu gezi durağımızda Yangtze Nehri üzerinde gerçekleştirilen Üç Boğaz Projesi (Three Gorges Project)’nin önemli bir unsuru olan dünyanın en büyük barajını gezeceğiz. Bizi bekleyen otobüsler var. Her otobüste de bize geziyi anlatacak yerel rehberler. İki saat sürecek geziye başlıyoruz. Bu baraj, dünyanın en büyük barajı olabilir, ama bana göre insanı hayrete düşürecek ve etkileyecek bir baraj değil.

Keyifli Bir Nehir Gezisi

Tekrar gemimize dönüyoruz ve nehir gezimize devam ediyoruz. Barajı aşmak için teknemiz, 4 adet birer mühendislik harikası olan kanaldan geçiyor. Yangtze Nehri'nin her iki tarafı yüksek dağlarla çevrili ve yeşilin her tonu var. Bir toprak parçası göremiyorsunuz.


Nehir boyu kenarlara konan su derinliğini gösteren işaretlerden, derinliğin 175 metreye kadar ulaşabileceğini anlıyoruz. Çoğu yerde su derinliği, 150 ila 160 metreye şimdiden ulaşmış. Bir çok yerleşim yeri sular altında kalmış. Burada yaşayan halkın bir kısmı, başta Şanghay olmak üzere kendilerine devlet tarafından iş bulunarak başka şehirlere nakledilmişler. Kalmak isteyenlere de tepelerde yeni yerleşim yerleri yapılmış, insanlar buralarda yaşıyorlar. Yeni yollar ve köprüler inşa edilmiş. Elektrik ve su getirilmiş. 




Manzara çok güzel, nehrin iki tarafı dik yamaçlardan oluşuyor. Yemyeşil. Sık sık yerleşim yerleri görüyoruz. Büyük yerleşim yerlerine geldiğimizde gökdelenler başlıyor. Bazen tepelerde tapınaklar, zaman zaman da evleri ve tekneleri geleneksel Çin mimarisi yapısında, çok etkileyici köyler görüyoruz. 



Nehrin iki tarafında olan kayalık araziler oyularak dar yollar yapılmış. İlk bakışta su kanalı oldukları düşüncesine kapılıyoruz. Ancak bunların makineler yokken tekneleri akıntıya karşı bambudan yapılmış halatlarla çekmek için kullanılan yollar olduğunu Çinli rehberden öğreniyoruz. 


Bambu halatlarının kayayı aşındırmasından oluşan ip izlerini de fark edebiliyoruz. Akşam yemeğinden sonra gemide çalışanlar, yöresel kıyafetlerini giyerek Çin geleneksel müziği eşliğinde geleneksel dansları ile bize hoşça vakit geçirten eğlenceli bir gösteri sunuyorlar. Dediğim gibi gemi çok iyi ve personel de görevlerini profesyonelce yapıyor.
Sampan Tekneleri İle Shennong Irmağında Gezinti
Gece geç vakit gemi, sabit olmayan bir iskeleye yanaşıyor. Bu iskelelerin sabit olmamasının nedeninin, nehrin devamlı değişen su seviyesi olduğunu öğreniyoruz. Gece burada kalıyoruz. Sabah erken kalkıp erkenciler için hazırlanmış kahvelerimizi içiyoruz. Sonra da hocamız nezaretinde "Tai Chi" yapıyoruz. 


Bizimle beraber aynı büyüklükte birkaç gemi daha var. Bizim gemiden daha küçük bir tekne, gemilerdeki tüm yolcuları teker teker topluyor ve Yangtze Nehri'ne karışan ve daha evvel küçük bir dere iken şimdi bayağı gösterişli bir ırmak haline gelen “Shennong Irmak”ının derinliklerine ulaşmak için hareket ediyor. 



Bu ırmağın suları temiz ve yukarılara doğru daha da temiz bir görünüm alıyor. Manzara çok güzel. Dar ve yüksek tepelerle çevrili bir ırmak. Tepelerin yeşil görüntüsünün büyüsüne kapılıyoruz. 



Bölgede “Tujialar” yaşıyor. Projenin başlaması ile hayatları değişmiş. Yangtze Nehri'nin turizme açılmasının sonucu olarak yöre halkı da, turizmden pay alma çabası içerisine girmiş. Bizi getiren bu tekneden 20 kişilik “sampan” adı verilen daracık uzun bir sandala benzer küçük teknelere geçiyoruz. 


Tekneler doldukça hemen hareket ediyorlar. Bu tekneler motorsuz. İnsan gücü ile gidiyor. Ağaçtan yapılmış. Bir kişi dümende üç kişi kürekte. Dümende olan kıçta, kürekte olanlar ise başta, yüzleri öne doğru kürekleri çekiyorlar. Yöresel kıyafetlerini giyiyorlar. Özellikle bambu ağacının ipliğinden, elde örülmüş sandaletleri dikkatimizi çekiyor. Akıntıya karşı gidiyoruz. Yerel rehber bize yöre hakkında bilgi veriyor. Irmağın sağ tarafındaki sırtta oturmuş bir kişi, borazan gibi bir çalgı aletiyle-daha ziyade bizim zurnaya benziyor- birşeyler çalarak bize hoş geldin diyor. Dönüşte de müzikle uğurluyor.

Irmak boyu gördüğümüz, insanın bile çıkamayacağı dümdüz kayalar arasındaki oyuklara asılı duran ağaçtan yapılmış tabutlar, bu muhteşem güzelliğe gizem katıyorlar. Sular bir anda sığlaşıyor, akıntı artıyor, biraz sonra büyük kayalar ortaya çıkıyor ve su deli gibi akmaya başlıyor. Dümendeki hariç diğer üç kişi hemen suya atlıyorlar. Daha evvel hazırladıkları bambu halatların kendi tarafındaki ucuna yaptıkları halkayı, halkanın bir tarafı omuzlarında –ki halat omuzunu zedelemesin diye kumaş parçası koyuyorlar- diğer tarafı da koltuk altının biraz aşağısında olacak şekilde başlarından geçiriyorlar. 


Bambu halatların diğer ucu da sandala bağlanmış durumda. Kıyıya gidiyorlar ve tekneyi bu sert akıntıya karşı çekmeye başlıyorlar. Halatları vücutlarına geçirmeden evvel üstlerini çıkarıp şortla kalıyorlar. Yakın bir zamana kadar bunu çırılçıplak yaparlarmış. Dönüş yolculuğu sakin, gördüğümüz filmi tersten seyreder gibi. Gemimize dönüyoruz. Yaptığımız ırmak gezisinden çok keyif alıyoruz. Çok eğlenceli idi.



Ying ve Yang’in Doğduğu Yer: Hayalet Şehir


Sabah erken kahve ve Tai Chi. Gemimiz iskeleye yanaşıyor. "Hayalet Şehir" diye bilinen yaklaşık 2000 yıllık geçmişi olan Fengdu’dayız. Kahvaltıdan sonra gemiden iniyoruz. Bizi karşılayan dik merdivenleri tırmanıyoruz. Tepede bizi bekleyen elektrikli araçlara binip Tao’ya inananların, ölülerinin ruhlarının toplandığına inandıkları, Ming Dağı üzerinde kurulmuş, 70’den fazla Buda ve Tao heykeli olan mabede doğru gidiyoruz. Ancak daha girişteyiz. Oraya ulaşmak için 400 adet merdiveni çıkmamız gerekiyor. İsteyen teleferik kullanabilir.

Biz merdivenleri tercih ediyoruz. Çinlilere göre yaşamdan sonra ölülerin (hayaletler), ölüler dünyasına girebilmeleri için üç ayrı testten geçmeleri gerekiyor. Hayalet Şehir de, bu felsefeden ilham alınarak inşa edilmiş. Biz de, yaşarken bu teste tabi tutuluyoruz. Değişik bir duygu. Ayrıca Ying ve Yang felsefesinin doğduğu yer olması bakımından bu konu ile ilgilenenler ve merak duyanlar için oldukça enteresan bir yer.

Gezinin Sonu Ama Çin’in Değil

600 km. ve üç gün sonra gezimiz, Chongging’e gelmemiz ile son buldu. Chongging, 30 milyon nüfusu ile dünyanın en büyük şehirlerinden birisi. Uçağımız akşam saatlerinde olduğu için şehirde bazı geziler yapıyor ve özellikle yasemin, yeşil ve siyah çaylarının üretim yerinde nasıl üretildiklerine ve Çin’de çay içmenin bir merasimle yapıldığına ve çok değişik usullerde servis edildiğine şahit oluyoruz. Bu iş burada başlı başına bir sanat. Buradan Xi’an’a uçacağız. Çin’e daha evvel başkentlik yapmış ve Terracotta Savaşcı ve Atları’nın olduğu şehri göreceğiz.

XI'AN


“Ni Hao” yani "merhaba" Leyleğin Güncesi’nde Çin ile ilgili yayınlanan ilk yazımın sonunda şimdilik “zai jian” yani “hoşca kalın” diyerek ayrılmıştım. Sanıyorum bu yazımın sonunda da aynı ifadeyi kullanmak zorunda kalacağım. Çünkü daha Pekin’e gelemedim. Yasak Şehir ve Çin Seddi’ni anlatmak başlı başına birer yazı olabilecek genişlikte.
Esasında Çin’i birkaç yazıda anlatmak mümkün değil. Eğer bu gezinizi bir de Tempo Tur ile yapmışsanız, gördüklerinizi ve yaşadıklarınızı anlatmak kitaplara sığmaz. Ben burada ancak gördüklerimi ve yaşadıklarımı çok özetleyerek anlatmaya çalışıyorum. Emin olun Çin, ancak Çin’de gezerek öğrenilebilinir. Onun için Çin gezisini gezi programımın başına koymuştum. Bunun da ne kadar doğru bir karar olduğunu Çin’e gidip görünce anladım.
Bu yazımda da sizlere Xi’an şehrinde gezdiğim ve gördüğüm yerlerden bahsedeceğim. Bunların başında da hiç şüphesiz "Terracatto Savaşçıları ve Atları" geliyor.
Chongging’den bir saatten fazla süren uçuşumuz sonunda, Xi’an havaalanına iniyoruz. Xi’an, Çin’e başkentlik yapmış, geniş sokakları ve modern mimari yapısı ile dikkati çeken bir şehir.
İyi bir uyku ve onu takip eden kahvaltının sonunda şehir gezimize başlıyoruz. Görülecek çok ve güzel yerler var. Zaman kaybetmeye hiç tahammülümüz yok.

HUA GİNG KAPLICALARI

Xi’an şehrindeki ilk durağımız, Hua Ging Kaplıcaları. Bu kaplıcalar, Türkiye’de de örneklerini çok gördüğümüz doğal kaplıcalardan birisi. Xi’an’ın başkent olduğu dönemde, zamanın imparatorları ve ailelerinin faydalanmaları için inşa edilmiş. 



Geleneksel Çin mimarisinin güzel bir örneği olan bu kaplıcalar; banyo ve dinlenme yerleri, havuzları, gezi alanları, kafeteryaları ve hatıra eşya satan dükkanları ile bir park şeklinde, herkesin gezip görebileceği bir yer.


VAHŞİ KAZ PAGODASI

İkinci göreceğimiz yer, "Vahşi Kaz Pagodası." Geniş bir alana yayılmış bu pagodada da artık alıştığımız Çin mimari tarzının bir örneğini görüyoruz. 


Gökyüzüne doğru yükselen bir tapınak şeklinde inşa edilmiş. Etrafta bir çok bina ve bahçe var. Ziyaret edenlerin sayısı da küçümsenmeyecek kadar çok.

Bunların bir kısmı yabancı ve yerli turist, ama ibadet için gelenler de var. Bakımlı ve güzel bir yer. Kapalı alanda yüksek bir yere konmuş çok güzel bir Buda heykeli var. İnsan bu heykele bakmaktan gözünü alamıyor.

Sarı, mavi ve biraz da kırmızının hakim olduğu renklerle renklendirilmiş ve çok gösterişli bir yere konmuş. Ancak çevrede ve bahçelerde gezerken de bir çok Buda heykeli görüyoruz. Bunlar rengarenk ve çok sevimliler, devamlı tebessüm ediyorlar. Buda heykelleri bu kadarla da bitmiyor. Binanın dışındaki meydanın ortasına da büyük boy bir Buda heykelinin dikilmiş olduğunu görüyoruz.

ULU CAMİ

Bundan sonraki gezimiz, Ulu Cami ve müslümanların yaşadığı mahalle. Burada Ulu Cami’den biraz fazla söz etmek istiyorum. Bunun da nedeni, caminin çok etkileyici olması. İnsan Çin’deki camiyi ziyaret etmeden evvel, minareleri, kubbeleri ile her zaman görmeye alıştığımız normal mimari yapıda bir cami göreceğini hayal ediyor. Ulu Cami’yi görünce durum tamamen farklı. Çünkü cami, tamamen geleneksel Çin mimari tarzında, daha ziyade Budist tapınaklarına benzer şekilde inşa edilmiş.



Cami arazisine kapısından girdiğinizde, kendinizi tamamen bir Çin tapınağında gibi hissediyoruz. Ta ki namaz kılınan binaya ulaşana kadar. Namaz kılınan binaya ulaşmak için de Çin mimarisindeki kapı, avlu ve pavyonları geçmek mecburiyetindesiniz. Bu da yaklaşık 200-250 metre kadar bir mesafe. Genişliği ise yaklaşık 50 metre kadar. Belki bu mesafe, size caminin tüm tesisleri ile kapsadığı alan hakkında bir fikir verebilir.



Bu camide beni etkileyen önemli konulardan birisi de, restorasyonunun abartılı bir şekilde yapılmamış olması. Çünkü Çin’de gördüğümüz tüm restorasyon çalışmalarının, abartılı bir şekilde yapıldığını düşünüyorum. Camideki bu durum, orijinalliği görme açısından daha iyi ve etkileyici.




Şehirdeki davul kulesinden güneşin doğuşunu ve batışını bildirmek için çalınan davul sesine, camiden okunan ezan sesi karışması hiç alışık olmadığımız bir ortam yaratıyor. Bunu Çin’den başka nerede yaşarsınız? Farklılıkları görmek için gezmek ve görmek gerek. 

Cami, 13 asır önce inşa edilmiş. Ayrıca burada diğer dinlere ait ibadet yerlerinin bulunduğu da bir gerçek. Nedeni ise, Xi’an o zaman ülkenin başşehri ve en önemlisi de ipek yolunun başlangıç noktası. Buraya gelenler zengin tüccarlar ve yalnızca dünyaya ipeği değil, Çinle ilgili iyi ve kötü her bilgiyi yayıyorlar. Yani Çin’in dünyaya açılma noktası.



Caminin kapısından girdiğimiz anda, karşımıza, yaklaşık 10 metre yüksekliğinde muhteşem görünüşlü ahşap bir kemer çıkıyor. Cami bizdeki külliyelere benziyor. Külliye beş bölümden oluşuyor. Kemerden sonra, caminin yüzünün Mekke’ye doğru bakmasını sağlamak maksadıyla, doğudan batıya doğru uzanan ekseni takip ettiğimizde, her bölümün mütevazi kapısından geçerek sağlı sollu pavyonların olduğu bölmelere ulaşıyoruz. 

Günlük ihtiyaçların giderildiği hizmet binaları güneyde, medrese gibi eğitim ağırlıklı binalar kuzeyde bulunuyor. Külliyenin orta yerinde tamamen Çin mimarisinde yapılmış bir minare var. Bu yapıyı gördüğümüzde, caminin minaresi olduğunu hiç anlamıyoruz. Çin mimari tarzında üç katlı gösterişsiz bir bina. Biz göğe doğru metrelerce yükselen ve etraftan rahatlıkla görülen bir minare beklerken, bu tip bir minare görmenin şaşkınlığı içerisindeyiz. Ama farklılık bu. Biz de bu farklılığı görmeye geldik.
Beşinci kapıyı da geçtiğimizde, namaz kılınan binaya geliyoruz. Burası tamamen ahşaptan yapılmış ve oldukça büyük bir yer.



Tek çatı ve tavanlı. Bu tavanı tutan sutünlar ve duvarlar ahşap, asırlar boyunca geçen zamana aldırmadan ayakta duruyorlar.



Bu duvarlara ayetler işlenmiş. Namaz kılınan mekan çok aydınlatılmamış. Huzur verici bir hava var. Genelde külliye, taş, ahşap ve bahçe süslemenin bir arada çok güzel kullanılarak göze hoş görünen ve huzur veren bir sanatın ön plana çıktığı tarihi ve etkileyici bir mekan. 1300 yıldır yıllara meydan okuyarak bu güzel, muhteşem ve çok farklı görüntüsüyle ayakta duruyor. Emin olun Ulu Cami, Çin’deki tarihi eserler arasında en iyilerinden ve görülmesi gerekenlerden birisi olmayı hak ediyor.


Xi’an’da son görülecek yer, caminin hemen civarındaki müslüman mahalllesi. Burada hediyelik eşya satan dükkanlar, kuruyemişçiler, lokantalar, seyyar satıcılar, gözlemeciler, aklınıza ne gelirse var. Hiç enteresan değil. Fazla oyalanmadan kendimizi buradan dışarıya atmayı arzu ediyoruz. Sokak aralarında yalnızca görmek açısından hızlı bir yürüyüşten sonra derin bir nefes alarak aracımıza biniyoruz.
-SUNSHİNE GRAND THEATHER-

Bugünkü gezimizi tamamladık. Oldukça çok ve birbirinden değişik yer gördük. Gece için çok güzel bir programımız var. Çin genelsel kültürünün revü şeklinde sunulduğu gösteriyi en ön yerden seyredebilecek şekilde Sunshine Grand Theater’deki masamızı ayırtıyoruz. Yemekten hemen sonra beklemeksizin tiyatroya gidiyor ve masamızdaki yerlerimize yerleşiyoruz. Çok kısa bir süre sonra da gösteri başlıyor.




Çin geleneksel kıyafetleri, müziği ve danslarının sergilendiği, bir saatten fazla, kesintisiz bir zaman alan bu güzel gösteriyi büyük bir keyifle, gözümüzü kırpmadan ve büyük bir sessizlik içerisinde seyrediyoruz. 




Biribirinden güzel kızların ve yakışıklı delikanlıların büyük bir beceri ve profesyonellik içerisinde sundukları gösteri, çok renkli bir şekilde hazırlanmış. Aynı zamanda teknolojinin tüm imkanları da kullanılmış. 




Ses ve ışık harika. Zamanın nasıl akıp gittiğini anlamıyoruz. Bir baktık ki gösteri bitmiş. Her güzel şey gibi bu da çabuk geçti...




-TERRACOTTA SAVAŞCI VE ATLARI-
Bugünkü gezimizin durağı, "Terracotta Savaşçıları ve Atları." Terracotta Savaşcıları ve Atları’nın sergilendiği yer aslında müze. Aslında müze, üzerleri ve yanları örtülerek dışarı ile teması kesilmiş çok büyük hangarlar topluluğu. Böylece de doğal olaylardan korunmuşlar. 



İlk hangardan içeri girdiğinizde gördüğümüz manzara karşısında şoke oluyoruz. Yüzlerce heykel bir araya gelmiş bizleri karşılar vaziyette. Inanılacak ve hayrete düşmeyecek gibi değil.

Evet bunlarla ilgili birçok kişi haber okumuş ve resimlerini görmüştür, ama bunları burada görmek bambaşka. Ayrı bir heyecan ve zevk.


Bu askerlerin ve atların tamamı topraktan yapılmışlar ve rütbe sırasına göre de dizilmişler. Yüzlerindeki kararlılık, bağlılık, saygı ve cesaret ifadesini net bir şekilde görüyoruz. Bu duygular heykellerin yüz ifadelerine son derece ustalıkla yansıtılmış. Sanki canlı gibiler.


Müze, üç hangardan oluşuyor. Birinci hangarda savaşçıların sağ kanadı, ikincisinde sol kanadı ve üçüncüsünde de karargah bulunuyor. Tüm bu savaşçı ve atlarına yüksekten bakılıyor ve etrafında yapılan bir gezi yolu ile de yanlarına yaklaşmadan uzaktan seyredebilmek imkanı buluyoruz.
Heykeller, asıl adı "Ying Zheng" olan ve "ilk Çin İmparatoru" manasına gelen Qin Shi Huang için yaptırılmış. 2800 yıllık bir geçmişi var. Yapılan heykellerin sayısının, yaklaşık olarak 7000 savaşcı, 130 tahta savaş arabası, 500 yük atı olduğu tahmin ediliyor. Bunlardan yer üstüne 20 at arabası, 100 savaş arabası ve 2000’e yakın savaşçı çıkarılmış. Çalışmalar, halen devam ediyor.
Sol kanadın olduğu bölümde, ön safda soldan sağa doğru üç sıra asker ve başlarında subayları dizilmişler. Belli ki bunlar, en önde savaşacak savaşçılar. Sonra arkalarında dörderli yürüyüş kolu halinde dizilmiş okçular, piyadeler ve savaş arabaları ile motorize savaşçılar geliyor. Bunlar oniki yürüyüş koluna ayrılmış. 


Bu şekilde yerleştirilmiş olmalarının açıklamasının; savaşa ve imparatorlarının vereceği her emre hazır bir şekilde, toplantı alanında imparatorlarını bekleyen askerlerin toplu düzeni, olabileceği şeklinde değerlendiriyorum. Belki de yanılıyorum. Ama gerçek olan, görüntünün muhteşemliği.
Heykeller, bire bir boyutlarında, zırhlarını giymiş ve savaşa hazır savaşçılar. Bu askerler başlarında generalleri, subayları, piyadeleri, okçuları ve motorize askerleri ile tam bir ordu.
İnsanı etkileyen bu görüntünün yanında, heykellerin yüzlerinin birbirine benzememesi karşısında da hayrete düşüyoruz. Bu kadar çok heykelin yüzleri ve yüzlerindeki ifadeler birbirinden farklı.


Sağ kanadı teşkil eden savaşçıların olduğu hangara geçiyoruz. Bu hangarda görülecek fazla bir şey yok. Çünkü ortada açığa çıkarılmış savaşçılar yok. Ancak cam içerisinde korumaya alınmış savaşçılar var. Bunların bir kısmı ayakta, bir kısmı ise oturarak ok atar pozisyonu almışlar. Gerçekte tüm savaşçıların renklendilirmiş olduklarını, ancak, ortaya çıkarılmaları esnasında hava ile temas etmelerinden sonra renklerini kaybettiklerini öğreniyoruz.
Üçüncü hangardayız. Burası karargahın olduğu yer. İlk iki hangarda gördüklerimizden çok farklı. Burada askerler meskun bir mahalde, bir esasa göre yerleştirilmiş durumdalar. Bu meskun mahalin girişi, kapıları ve çalışma odalarını çağrıştıran bölmeler var. Bazı bölmelerde toplantı halinde olduklarını anımsatan bir hava verilmiş. Ancak hepsi zırhlı ve silahlı, yani savaşa hazır vaziyetteler.


Bu muhteşem savaşçılara biz de “hoşça kal asker” diyerek bir asker selamı ile ayrılıyoruz. Arkamızdan duyduğumuzu sandığımız “sağol” sesi tarihin derinliklerinden gelirmişcesine yankılanıyor.

Bundan sonraki yolculuğumuzun son durağı Pekin. Çin gez gez bitmiyor, gör gör tükenmiyor. Leyleğin Güncesi’nde bir başka yazımda buluşmak üzere şimdilik “zai jian” yani “hoşca kalın”.
Kaynak: OLAY SALCAN (Yazı ve Fotoğraflar)