DİVRİĞİ
Bu gezilerimizde, Türkiye'nin sahip olduklarının ne kadar büyük ve değerli olduğuna şahit oluyoruz. Bundan gurur duyuyoruz. Daha evvel harap ve kendi haline terk edilmiş ören yerlerinin ve tarihi değerlerin restorasyon çalışmalarının yapıldığını ve hala devam etmekte olduklarını görüyor ve bundan da memnun oluyoruz. Bazı restorasyon çalışmalarının pek uygun yapılmadığını izliyoruz, ama olsun bir şekilde bu değerlere sahip olma duygusunun olmasının olmamasından daha iyi olduğunu düşünerek teselli buluyoruz. Bu eserlere sahip olma ve onları güvenlik altına alma çalışmaları her türlü takdirin üzerinde.
Türkiye'nin her yöresinde mahalli ve mülki makamların, kendi çapında bir çaba içerisinde olduklarını gözlemliyoruz. Artık bu eserlere alelade taş ve toprak parçası diye bakılmadığı, değer verildiği bir gerçek. Bu konuda oldukça mesafe alınması sevindirici. Yetkili makamlar ve sponsorların bunları restore ettikten sonra kendi hallerine bırakmayıp yöre halkına işletme için devretmeleri, halkın da buna katılımının sağlaması açısından çok güzel. Bu faaliyetler, sonunda yöreye bir canlılık getiriyor. Bunu her gittiğimiz yerde görüyoruz. Bu gördüğümüz güzellikler, bizim gezi arzumuzu arttırıyor.
Türkiye'de her yeri ve her görülecek eseri görmek istiyoruz. Ama bunun gerçekleşmesinin de mümkün olmadığını biliyoruz. O kadar çok güzel ve görülmesi gereken yerler ve tarihi eserler var ki, gezerek tamamlanmaları bir hayata sığmaz. Türkiye, çok ama çok güzel bir ülke. Aynı zamanda çok zengin. İnsanlarla kaynaşmak, onlarla konuşmak ve bir bardak çay içmek kadar güzel bir şey yok. Güzel ve büyük insanlar. Hayat hakkında onlardan öğrenecek o kadar çok şey var ki, hayat yetmez.
Benim burada yazdıklarımı Türkiye'yi gezen, gören ve insanını tanıyanlar anlayacaklardır. Gezmeyen, görmeyen ve bilmeyenlere de gezmelerini öneririm. Bir şeyi görmeden anlamak çok zor. Türkiye'yi görmeden ve tanımadan, bir nedenden dolayı yurt dışına giden insanlar, ister istemez yurt dışı hayranı oluyorlar. Evet bir çok eksiğimiz, yanlışlarımız var ama, o kadar çok fazlamız ve doğrularımız da var ki. Kendimi tutamadım, bir çok laf ettim. Konu Türkiye olunca kendimi tutamıyorum.
Ben esasında Türkiye'de yaptığım gezilerimde gördüğüm ve beni çok etkileyen Sivas'ın şirin kazası olan Divriği'deki Ulu Cami ve Darüşşifası'nı size aktaracaktım.
Dünyada doğudan başlayarak batıya kadar birçok ülke gezdim. Bu ülkelerde çok güzel yerler, modern ve tarihi eserler gördüm. Eserlerin tamamına yakını, insanlık tarihinde önemli yeri olan ve hayranlık duyulan eserlerdi. İnsanoğlunun neler yapabileceğini görebilmek çok güzel bir duygu. Bunların içerisinde, piramitler, Çin Seddi, kanallar, camiler, köprüler, kiliseler, tapınaklar, şehirler var. Saymakla bitmez. Ama Divriği'de gördüğüm Ulu Cami ve Darüşşifası bu gördüklerim arasında bambaşka bir yere sahip. Şimdi siz, Türkiye'yi çok seviyorsun ve ne de olsa Türksün diyecek ve benim taraf tuttuğumu düşüneceksiniz. Ulu Cami yi görmeyenler hemen böyle düşüneceklerdir. Ancak görenler bana hak vereceklerdir.
Sırası gelmişken bu yazıyı okuyanlardan kaç kişi bu eseri gördü? Lütfen elini kaldırsın. Eminim belki hiç yok. Ama Eyfel kulesini görenler desem... Bu eser, Divriği'den alınıp Paris'e taşınabilse, eminim ki tüm tur şirketleri gezi programlarının başına koyarlar. Türkiye de de bazı tur şirketleri, Divriği'yi gezi programlarına dahil etmiş durumdalar. Bu eseri görmek açısından iyi bir fırsat.
Ulu Cami ve Daruşşifası, 1228 yılında Anadolu Selçuklu Devleti Mengücek Oğulları tarafından yaptırılmış. İki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm hastaların şifa bulduğu hastane bölümü, ikinci bölüm ise cami.
Ben Rönesans döneminde yapılmış birçok yapı gördüm, ama bu yapının kapılarında gördüğüm taş işlemesinin güzelliğine hiçbir yerde rastlamadım. Muhteşem, şahane, fevkalade, inanılmaz, harikulade, şahaser gibi kelimelerin bu güzelliği anlatmada zayıf kalacaklarını düşünüyorum. İfade etmek için de uygun bir kelime bulamıyorum. Ancak bir kere daha söyleyebilirim ki, dünyada böylesi yok. O kadar.
Bu binanın kapılarında gördüğümüz taş işlemeciliğindeki akıl, zeka ve yaratıcılık olağanüstü. Atalarımın bu binayı yapmış olmalarından gurur duydum. Bu işlemeciliği yapan ve emeği geçen tüm sanatkar ve çalışanlar ile yapılmasına neden olanların huzurunda saygı ile eğiliyorum. Bu insanlar, insanın sanatta en üst düzeyde yapabileceğini çok zorlamışlar ve başarılı da olmuşlar. Bu bina, “UNESCO Dünya Kültür Mirası '' listesine alınmış. Bu güne kadar Ulu Cami'yi bir kere olsun ziyaret etmediğim için rahatsızlık duydum. Emin olun dünyada hiçbir ülkede olmayan muhteşem bir yapıya sahibiz. Türkiye'yi gezip gördükçe ve Türklerin Anadolu'da yaptıkları eserleri tanıdıkça, Avrupa'daki Rönesans tan çok evvel Türklerin Rönesans ı yaşadıkları fikri bende kuvvet kazanmaya başlamıştı. Ancak bu eseri görünce hiçbir tereddütüm kalmadı. Bu da olsa olsa Türklerin yarattığı “Anadolu Rönesansı '' dır. Ama okullarda bize hep Avrupa Rönesansı'nı öğrettiler. Olsun öğrenmenin yaşı yok, yolu çoktur.
Binanın birinci bölümü olan Şifahane ye Taç Kapısı'ndan içeri giriyoruz. İlk gözümüze çarpan, ortadaki havuz. Bu havuzun sağında ve solunda ikişer adet kolonla, tam karşımızda duran büyük bir eyvan dikkatimizi çekiyor. Kolonların hepsinin motifleri birbirinden farklı yapılmış. Burada su sesi, musiki ve Kuran sesi ile hastaların tedavi edildiğini öğreniyoruz. Şifahane'deki işlemeler, birbirinden güzel, ama her işleme diğerinden farklı. Büyük eyvanda da Orta Asya kökenli figürler, kainatın yaratılışı ve genişlemesinin büyük bir ustalık ve incelikle taşa işlendiğini görüyoruz.
Ben, sizlere bu binadan ve şifahaneden daha çok, bu eserin kapılarından söz etmek istiyorum. Bu eserin, dört kapısı var ve hepsine de ayrı isimler verilmiş. Bu binayı diğer şifahanelerden ve ulu camilerden farklı yapan ve hayranlık uyandıran da bu kapılar. Bu kapılardaki taş işlemeciliği, tekrardan kesinlikle kaçınılarak yapılmış, her biri birbirinden farklı eşsiz figürlerle göz kamaştıran bir mimarlık ve mühendislik harikası niteliğinde. Ustası, bu işlemeciliği yaparken hep farklı figürler kullanmış ve zeka ile yaratıcılığını tartışmasız üst düzeye çıkarmış.
Kapılarda kullanılan desenler hep farklı. Ancak hepsinde müşterek olan konu zeka, yaratıcılık ve incelik. Birisinde kesişen üçgen, dikdörtgen, kare ve prizma şeklindeki taşlar, diğerinde çift başlı kartal ile tek başlı şahin figürü görülmeye değer. Bir başka kapıda güneş diski, hayat ağacı, ay ve yıldızlar. Her bir figür bir kere kullanılmış, bir daha asla. Hepsi üç boyutlu. Rastgele bir bina değil, tam bir sanat şaheseri ve bu eserleri sergileyen dünyada benzeri bulunmayan bir sanat galerisi.
Bu kapılardan birisine "Cennet Kapısı" adını vermişler. Buradaki işlemeler inanılmaz güzellikte. Tam bir sanat şaheseri. Sanatkar burada tüm hünerini konuşturmuş. İnsan gözlerini ayıramıyor ve önünden ayrılmak istemiyor. Bu büyük sanat şaheseri, insanı her bakımdan cezbediyor. Bu kadar hayranlığın karşısında saygı ve şükran duyuyoruz. Eski dönemlere ait sanat şaheserleri hakkında yazı yazan yazarlar, yazılarında genelde “o günün teknik bilgi, araç ve gereçleri ile bu eserleri nasıl yapabilmişler '' diye soru işareti yaratırlar. Neden bizim sahip olduklarımıza ya da daha fazlasına o zamanda da sahip olmasınlar? Bunu gösteren eskiden yapılmış on binlerce eser var.
Bu eser hakkında dilimin döndüğü kadar bir şeyler anlatmaya çalıştım. Biliyorum bu eser hakkında sizlere aktardıklarım yeterli değil. Ama yapabileceğim de bu kadar. Şu ana kadar sizlere duyduğum gururu anlatmaya çalıştım, ama aynı anda yaşadığım düş kırıklığı da var. Bunu da anlatmaya çalışacağım.
Bu eser, inşa edildiğinden bu güne kadar, yani 782 yıldır ayakta. Daha doğrusu, insanoğlunun ve doğanın kendisine sürekli verdiği darbelere rağmen ayakta kalmaya çalışıyor. İnşa tarihinden başlayarak Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu dönemi dahil, Cumhuriyet döneminde de ciddi restorasyon çalışmaları yapılmış. Bir kısmı bilinçli yapılarak bu güne kadar gelmesine neden olmuşlar. Bazı bilinçsiz yapılan restorasyon çalışmaları ve depremlerden kaynaklanan yer kaymaları nedeni ile binanın ciddi bir tehlike altında olduğunu anlamak için uzman olmaya gerek yok. Yana kaymış duvarlar, bu durumu açıklığı ile ortaya koyuyor.
Ama en çok dikkati çeken kapılar. O şaheser desenleri ile nerede ise yere düşecek ve harabeye dönecek kadar sağa, sola ve öne kaymışlar. Eğer düşerlerse onları bir araya getirip eski haline dönüştürecek dünya yüzünde hiçbir ustanın olmadığı kesin. Bu olumsuz durumun gerek Türkiye deki yetkili makamlar ve gerekse UNESCO tarafından bilindiğini ve devamlı çalışma içerisinde olduklarını, ancak fazla bir şey yapamadıklarını öğreniyoruz. Belki binanın kayan yerleri düzeltilebilir, ama o muhteşem kapılara kim dokunacak? Herkesin dokunursak daha kötü olur endişesine katılmamak elde değil. Şimdi düşkırıklığıma korku ve endişe de eklendi.
Ancak ne olursa olsun tarihe ve Türk Milleti'ne mal olmuş bu müstesna eser kendi haline bırakılmamalı. Görünen odur ki, ortada ciddi bir sorun var. Ancak bu sorunu çözmeye çalışanlar da mevcut. Umarım yakın bir zamanda çözüm bulur ve sonuca ulaşırlar. Bu konuda tüm çalışanlara başarılar dilerim.
Yazı ve Fotoğraflar: OLAY SALCAN
Kaynak: Leyleğin Güncesi - Olay Salcan