31 Ocak 2017

"WhatsApp" KULLANICILARI DİKKAT!..











WhatsApp’ta tuzak mesajlar alabilirsiniz.

WhatsApp’ta ardı ardına ortaya çıkan tehlikelere, şimdi bir büyük tehlike daha eklendi. WhatsApp şu sıralar kullanıcıların canını sıkan bir spam dalgasıyla boğuşuyor. Zincirleme yayılan spam mesajlarının kaynağında bir trojan (virüs) var. Mesaj yoluyla yayılan virüslü mesajı açanların telefonlarındaki bilgiler saniyeler içinde kopyalanıyor. O mesajı görenlerin hemen içeriği silmeleri gerekiyor.
Kullanıcıların sahtekarlık tuzağına düşmesinin ana nedeni, mesajı gönderen kişinin kim olduğuna bakmamak. Trojan, size sesli mesaj, sohbet, ödeme, fotoğraf veya video yoluyla ulaşmaya çalışabiliyor. 
Bu tür içerikleri tanımadığı kişilerden alan WhatsApp kullanıcılarının göndereni engellemesi ve mesajı silmesi gerekiyor. 
Elbette tanıdığınız kişilerden gelen dosyalara ve bağlantılara da dikkatle yaklaşmanızda fayda var çünkü arkadaşınızın hesabının trojan’lar tarafından kullanılma ihtimali bulunuyor. 
Whatsapp’tan sonra Viber da uçtan uca şifreleniyor
WhatsApp üzerinden gönderilen. zip dosyasını bilgisayarında açanların PC’lerini bir virüs tarayıcısıyla bilgisayarını tam taramadan geçirmesinde, ardından parolalarını değiştirmesinde büyük fayda var.

YAŞLI KADIN NE DEDİ?

90'LIK KADINDAN ÖĞÜTLER
1. Hayat adil değil ama yine de güzel!
2. Hayat o kadar kısa ki, birisinden nefret ederek vakit harcama.
3. Kimse ama kimse, hayatı çok ciddiye almamalı!
4. Her gün mutlaka dışarı çık, mucizeler her yerde!
5. Her tartışmayı kazanmak zorunda değilsin.
6. Hayatı çok fazla sorgulama, harekete geç ve gerekeni şimdi yap.
7. İlk maaşından itibaren, emeklilik için para biriktirmeye başla.
8. Konu çikolata olunca, direnmek gereksizdir.
9. Geçmişinle barış ki, geleceğini zehir etmesin.
10. Çocuklarının seni ağlarken görmesinde sorun yok.
11. Hayatını, başkalarının hayatı ile kıyaslama. Hangi koşullardan geçerek buraya geldiklerini bilemezsin.
12. Eğer ilişkinin bilinmemesini istiyorsan, o ilişki içinde olmamalısın.
13.. Mutlu bir çocukluk yaşamak için hiç bir zaman geç değil. Yeniden çocukluğunu yaşamak tamamen sana bağlı ve kimse de karışamaz!
14. Hayatta neye tutku duyuyorsan peşinden gitmeli ve bu yolda ‘hayır’ı bir cevap olarak kabul etmemelisin.
15. Güzel mumlarını yak, güzel çarşaflarını ser, çeyizindeki yemek takımını kullan. Özel günleri bekleme, bugün gayet de özel!
16. Mor giymek için daha da yaşlanmayı bekleme, eksantrik olmanın tam sırası!
17. Çok kötü olaylardan sonra şöyle düşün: “5 yıl sonra bu olayın bir önemi olacak mı?”
18. Herkesi ve her yapılanı bağışla.
19. Başkalarının senin hakkında ne düşündüğünden sana ne!
20. Ne demişler, zaman her şeyin ilacı! Zaman ver.
21. Durum ne kadar iyi ya da kötü olursa olsun, değişecek.
22. Hasta olduğunda, İŞİN sana bakmayacak, arkadaşların bakacak, dostlarına zaman ayır.
23. Mucizelere inan.
24. Unutma, seni öldürmeyen şey, seni güçlü kılar.
25. En iyi şeyler henüz gerçekleşmeyenler, umudunu kaybetme.
26.Ne yapacağını bilemediğinde, birkaç derin nefes al, iyi gelecektir.
27.Güzel bir pakette ve kurdeleyle bağlı değil ama
HAYAT YİNE DE BİR HEDİYE..

www.instagram.com/dusunenakil/

30 Ocak 2017

YAŞASIN AYLAKLIK













“Çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğuna inanan Bertnard Russell, sıradan bir insanın çalışma süresinin büyük ölçüde azaltılması gerektiğini savundu. Paul Western’e göre, ‘aylaklık’ kavramı hak ettiği değeri görmüyordu.”
Bertnard Russell, 1932’de yayınlanan “Aylaklığa Övgü” adlı metninde çalışkanlığın abartılmış bir erdem olduğunu ve bireyin kendi ilgi alanlarına ayırdığı boş zamanın medeni yaşamın bir gerekliliği olduğunu savundu.
Ayrıca, yaşadığı dönemde üretimde mekanikliğin öyle bir boyuta ulaştığına inanıyordu ki, ona göre topluma yararlı olmak için haftada yirmi saatten fazla çalışmak gereksizdi. İşsiz sayısı çok yüksek olmasına rağmen geriye kalan kesimin de aşırı çalıştırıldığını gördü. Günümüzde de geçmişe oranla çok daha verimli üretim kaynaklarına sahip olmamıza rağmen hala “aylaklığın” adil dağıtımından bir hayli uzaktayız.
Russell’a göre çalışmayı görev olarak görmek “köle ahlakı”nın (iktidar sahiplerinin, güçsüzleri kendi çıkarlarına göre yaşamaya ikna etmelerini sağlayan aracın) bir parçasıydı. Ve bu yöntem ‘efendilere’ özgürce geçirebilecekleri boş vakit sağlıyordu. Ancak Russell, başkalarının gayreti sayesinde elde edilen aylaklığın övgüye değer olmadığına inanıyordu. Ama tabii ki, iktidar sahiplerinin elde ettikleri boş zamanın ufak bir kısmı uygarlığın geliştirilmesine ayrılıyordu.“Tembellik, medeniyetin temelidir. Geçmişte az kişinin keyfi ya da tembelliği, çok sayıda insanın emekleriyle sağlanıyordu. Harcanan emeklerin değeri çalışmanın yüceliğinden değil; boş geçirilen zamanların güzelliğinden geliyordu. Oysa günümüzdeki modern teknikler sayesinde, boş zaman (tembellik) topluma zarar vermeden, adil bir şekilde dağıtılabilir.”
Birinci Dünya Savaşı süresince toplumun refah seviyesinin korunması Russell’a azaltılmış iş gücüyle de ne kadar çok üretim yapılabileceğini gösterdi. Barış zamanlarında ise, erdem kabul edilen çalışkanlık algısı toplumun yarısı aşırı çalıştırılırken diğer yarısının da işsiz olmasına sebep oluyordu. Öte yandan, herkes topluma bir miktar iş borçluydu ve günde dört saatlik çalışmayla hem toplumun ihtiyaçları karşılanmış olacaktı hem de herkes uygar yaşamın keyfini sürecekti.
Eğer insanların boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmedikleri doğruysa, bu tamamen uygarlığımızın zorlamaları yüzündendir. Russell bunun çözümünü iki basamakta açıkladı. Öncelikle, zevk kavramının bizim iyiliğimiz için var olduğunu kabul etmeyi öğrenmemiz gerekir. Eğer çalışmak erdem ise, çalışmanın sonuçlarından keyif almak da dengeleyici bir erdem olmalı. İkinci olarak eğitime daha geniş alanda yer vermeliyiz çünkü insanlar ancak bu şekilde vakitlerini nasıl daha yapıcı biçimde kullanacaklarını keşfederler. Russell’ın kölelerin dansını canlandırmaya yönelik seçimi aristokratik, büyüklük taslayan bir tavır olarak görülse de, insanların eğlence vakitlerinde –toplumsal açıdan yararlı olanlar dâhil- daha aktif olacakları fikriyle de çelişmiyordu. İnsanlar yaşamlarıyla, yaratıcılıklarıyla neler yapabileceklerini gördükçe daha mutlu bir hayat sürmeye başlayacaklardı
Yine de itiraf etmeliyiz ki, Russell’ın iş gücünün eşit dağılımına yaklaşımı, anlaşılmaz olmasının yanı sıra umutsuz bir Ütopya gibi görünüyor. Russell’a göre ütopyasının imkânı, tamamen “üretimin bilimsel organizasyonuna” bağlıydı ve bu her ne anlama geliyorsa tek gecede, birden ortaya çıkacak bir şey değildi. Russell’ın aylaklık için yazdığı övgünün üzerinden geçen 66 yılda kendi hayatımıza daha çok değer verir hale gelebildik mi peki? Elbette bu yönde bir takım adımlar atıldı. Artık çocuklarımız okulda daha çok kalıyor ve mesai günlerimiz de azaldı. Fakat bu yine de “mümkün olan en aza” indirildiği anlamına gelmiyor. Hala aşırı çalışanlarla, hiç çalışmayıp aylaklık yapanlar -söz konusu aylaklık kişilerin mecbur bırakıldıkları ve parasızlıktan dolayı keyfini çıkaramadıkları bir durum- arasında büyük bir kutuplaşma var. Yani Russell’ın tahmin ettiği temel eşitsizlik hala bizimle.

Ekonominin büyümesiyle iş gücüne duyulan ihtiyacın artacağına ve bunun da işsizliği azaltacağına dair bir inanç var. Herkesin aşırı çalışacağı bir toplum yapısının çekici olup olmadığı problemini bir köşeye bırakalım. O zaman asıl sormamız gereken şu ki; yapılması gereken daha çok iş olması daha çok insana ihtiyaç duyulduğu anlamına gelir mi? Teknoloji ilerledikçe iş gücü ihtiyacı daha çok otomatik yollarla karşılanır oldu. İnsan gücünün daha önemli olduğuna dair inanç ise yapay, servise yönelik iş alanları ortaya çıkardı. Bunların bazıları anlamsız, örneğin 7/24 açık mekânlar; bazıları ise evlerde hizmet işlerine bakmak gibi umutsuz işler. Eğer bu gereksiz çabalar, insanların verimli çalışmalarına karşılık biraz olsun eğlenceye vakit bırakıyor olsaydı, kayıptan ziyade büyük bir kazanç ortaya çıkardı. İnsanlar artık daha az iş yapmanın yollarını arıyor. Ben de o insanlardan biriyim. Haftada bir gün fazladan tatil yaparak kendime düşünmek ve yazmak için zaman yaratmış oluyorum. Ama bu hala ayrıcalıklı bir pozisyona sahip olmakla alakalı. Çünkü öte tarafta hala birçok kişi fazladan mesaiye kalarak ya da düşük ücretli yarı zamanlı işlerde çalışarak hayatlarını sürdürmeye çalışıyor.
1932’de hayal edilebilir olan adil zaman dilimi dağılımı artık bir hayalden çok daha fazlası olmalı. Fakat günümüzde hala uzun saatler boyunca çalışmanın kişiye bir nevi erdemlilik hissi kazandırdığına inananlar var. Biz o insanlara, çalışkanlığın erdemli olduğu inancının tamamen bir uydurmaca olduğunu hatırlatmaya devam edeceğiz. Bizler adil dağılımı sağlamaya mecburuz. Uzun saatler boyunca çalışmaya duyulan inatçı hayranlığın sona erdirilmesi gerekiyor ki bu hayranlık sistematik işsizliğin asıl sebeplerinden biri. Herkes bunu“ama dünyanın düzeni böyle” diyerek kabullenmiş durumda. Saçmalık. Haftada yirmi saatlik çalışma toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılayacağı gibi bize de kendi gerçek yaşamımıza ayıracağımız vakitler yaratır.








29 Ocak 2017

GİTTİ GÖRDÜ YAZDI: VİETNAM, KAMBOÇYA, TAYLAND

Anılarımdaki UZAKDOĞU

2014 yılının Ocak ayı sonunda gittiğimiz Vietnam-Kamboçya-Tayland turunun ilk durağı, 10 saat süren (Bangkok’ta durarak) uçuşun ardından ulaştığımız Ho Chi Minh City. Şehir merkezindeki otelimize yerleştikten sonra yaptığımız kısa sokak turunda ilk dersimiz gereken şey “karşıdan karşıya nasıl geçmeyi öğrenmek” oldu  evet evet karşıdan karşıya geçmek. Çünkü Vietnam dünyada motosikletlerin en yoğun olduğu ülkelerin başında geliyor. Sokaklardaki motosikletlerin sayısı o kadar fazla ki, ilk anda siz karşıdan karşıya geçerken bir ordu gibi üstünüze gelen motosikletlerin arasında ezileceğinizi düşünüyorsunuz. Çok yavaş adımlarla ilerlediğinizde ise kendinizi sapasağlam bir şekilde karşıda buluyorsunuz. Bütün o karmaşa siz adım adım ilerlerken önünüzden ve arkanızdan akıp gidiyor. 




Bu harika gezinin bize yaptığı güzel sürprizlerden biri de Vietnam’da yeni yılın kutlanıyor olmasıydı. Asya ülkelerinin çoğunda yeni yıl Çin takvimine göre kutlanıyor. Kutlamalar için Ho Chi Minh City’nin sokakları rengarenk çiçekler, heykeller ve ışıklarla süslenmişti. Vietnam halkı aileleri ile birlikte yeni yılı kutlamak ve bu güzellikleri görmek için sokaklardaydılar. Biz onların ve özellikle çocuklarının fotoğraflarını çekerken gösterdikleri ilgi ve nezaket, bu sıcakkanlı, içten insanların ülkesinde unutulmaz günler geçireceğimizin habercisiydi sanki.
Gezimizin en renkli ve eğlenceli duraklarından bir diğeri de Ben Tanh Market. Pazara girdiğiniz ilk anda burnunuza gelen kurutulmuş balık, yeni kesilmiş et ve yörenin kendine özgü baharat kokuları biraz rahatsız edici olabilir ama zamanla alışıyorsunuz. Zaten eğer kokulara ve hijyen koşullarına karşı aşırı hassasiyetiniz varsa Asya ülkelerine giderken iki kere değil, en az beş kez düşünün. Bir yanda rengarenk sebze-meyve satıcıları, diğer tarafta ilk gördüğümde epey şaşırdığım et satıcıları. Hijyen kuralları hariç her şeye rastlayabilirsiniz bu pazarda.  

http://www.bucatur.com.tr/
Kendi tezgahında, eti kestiği tahtanın üzerine ayağını koymuş oturan bu adamı gördüğümde kısa süreli şok yaşadığımı itiraf etmeliyim. Belki bu pazarda satılan yemeklerden yemek istemezsiniz ama fotoğraf için oldukça renkli, eğlenceli ve enteresan kareler yakalayabilirsiniz. Burada sadece yemek değil, giyim-kuşamdan, hediyelik eşyalara, çiçeklere kadar aradığınız/aramadığınız her şeyi bulabilirsiniz.
Asya mutfağını çok sevdiğimden tüm tur boyunca yemekler de unutulmazdı. Hayatımda ilk kez tadına baktığım passion fruit, ejderha meyvesi gibi meyvelerin yanı sıra, bugüne kadar yediğim en lezzetli ananas, kavun, karpuz buradaydı. Tur ile gitmemizin avantajlarından biri de her gün ayrı bir restorantta yediğimiz enfes yemeklerdi. Jumbo karidesler, sushiler, her türden et yemekleri, çeşit çeşit sebzelerle hazırlanmış adını bilmediğim ama tadını çok sevdiğim daha bir sürü lezzet.
Kahvaltıda klasik Türk işi kahvaltı yani zeytin-peyniri olmazsa olmayanlardansanız yine biraz zorlanabilirsiniz. Zira bir sabah kaldığımız otelin kahvaltısında, açık büfede koca kahvaltı salonu için kibrit kutusu kadar bir peynir vardı. Peynir az ama tereyağ, domastes, salatalık da yok değil. Bunlara yukarıda bahsettiğim lezzetli meyveleri ekleyerek güzel bir kahvaltı yapabilirsiniz.
Ve muhteşem Halong Körfezi! Denizin içinden yükselen irili ufaklı yüzlerce kayanın, özellikle günbatımında oluşturduğu manzara size kendinizi bir hayalin içinde hissettiriyor. Buradaki ilk günümüzde küçük teknelerle yaptığımız turda suyun üzerine kurulmuş köyleri görmek çok etkileyiciydi. Suyun üzerine yapılmış evlerde insanlar günlük hayatlarını sürdürüyorlar. Gemide konakladığımız için ertesi sabah yine muhteşem bir manzaraya uyanıyoruz. Yine küçük teknelerle yaptığımız kısa yolculuktan sonra içerisi 10 bin metrekareden daha büyük olan “Sürprizler Mağarası”nı geziyoruz. Mağara her ne kadar beni çok etkilemese de, mağara çıkışı ulaştığımız yer hem fotoğraf çekmek, hem de durup nerede olduğunuzu tam olarak hissetmek için harika. Belgesellerde gördüğünüz Halong Körfezi fotoğrafları tam olarak buradan çekilmiş olabilir.





Vietnam, Kamboçya, Tayland gezisinde beni en çok etkileyen yer şüphesiz Kamboçya oldu. Angkor Tapınakları, Siem Reap’ın kırsalında elektrik ve su olmadan tek göz odada gülümseyerek yaşayanlar ve Tonle Sap Gölü.
Buradaki yolcuğumuz dünyanın en büyük tapınak bölgelerinden biri olan Angkor ile başlıyor. Burada bulunan 100’e yakın tapınağı görmek için elbette zamanımız yok. Bu yüzden turumuzun  bizim için seçtiği 6 büyük tapınağı 1,5 günde ancak gezebiliyoruz. Angkor Wat muhteşem siluetiyle sizi karşılıyor. İçinde dolaştıkça aslında görünenden ne kadar büyük olduğuna hayret edip, yüzlerce yıl önce bu medeniyeti kuranlara saygı duyuyorsunuz. 





Angkor Wat’tan sonra en güzel tapınaklardan biri de Angkor Thom’da bulunan Bayon tapınağı. Tapınakta bulunan kulelerin her birinin üzerinde bulunan devasa gülen yüz kabartmaları insana her an izleniyormuş hissi verse de ortaya çıkan manzara çok etkileyici.
Tapınaklar arasında bulunan kırsal alanda yaşayan halk bence en az Angkor tapınakları kadar görülmeye değer. Geçimlerini buraya gelen turistlere satmak için kendi yaptıkları şekerlemelerden ve hediyelik eşyalardan sağlayan yerel halk son derece samimi. Ortak dil olmamasına rağmen o kadar rahat anlaşıyorsunuz ki, buna kendiniz de şaşırıyorsunuz. Çünkü buradaki ortak dil gülümseme. 


















Rehberimiz Kansav Arslan, Kamboçya’da ki evlerden birine girip de içerisini gezip, görebilmemiz için ev sahiplerinden izin istiyor. Tabii ki onlar da bizi kırmıyorlar ve gördüklerimiz karşısında yine şaşkına dönüyoruz. Derme çatma yapılmış iki katlı ahşap bir ev. Alt katın zaten üç tarafı açık, sadece büyük bir sedir bulunuyor. Üst kata çıkınca görebildiklerimiz, yere serilmiş yatak, bezden yapılma iki kıyafet dolabı, elektrik olmadığı için akü ile çalışan küçük bir televizyon ve birkaç parça tahtayla ayrılmış küçük bir oda. Şaşkınlıktan yer yatağında uyuyan kediyi eve gelip fotoğraflara bakınca ancak fark edebildim. 
Kadınlar hem Kamboçya’da hem Vietnam’da her türlü işte çalışıyorlar. Vietnam’da Mekong Delta’sını gezerken bindiğimiz kanoları kullanan da, yine adalardan birinde yaptığımız at arabalı turda arabayı kullanan da bir kadındı. Kucağında ufacık bebeğiyle yaptığı şekerlemeleri satan bu kadının yüzündeki ifade, sanırım tüm yazı boyunca neden sürekli mutlu ve samimi insanlar diye yazdığımın en güzel kanıtı.
Bütün gün boyunca tapınaklar arasında dolaşmaktan yorulsanız da Kamboçya’da gün bitmiyor. Gece pazarı ve sonrasında barlar sokağı bu sefer sizi alışveriş ve eğlenceye davet ediyor. Siem Reap’de kurulan gece pazarı, bizim sahil kasabalarında kurulan pazarları hatırlattı bana. Tabii buradaki çok daha büyük. Her markanın imitasyon saatlerini, gözlüklerini hatta her şeyin imitasyonunu burada bulabilirsiniz.
Gündüz gördüğüm yoksulluk manzaralarından sonra barlar sokağının girişine geldiğimizde yine bir şaşkınlık yaşadım. Niyeyse bütün ülke o şekildeymiş, bu ülkede kimse eğlenemezmiş gibi saçma bir hisse kapılmışım. Neyse ki uyum sağlamak çok zor olmadı. Sağlı sollu barlardan gelen müzik sesleri, yollarda dans edenlerle günün kapanışı (ya da yeni günün açılışını) yapmak unutulmazdı. 
Kamboçya’daki son durağımız Tonle Sap Gölü. Burada su üzerine kurulmuş köylerde/evlerde yaşayan insanların hayatları düşündürücü. Tekneyle geçerken üzerimize bir damlasının gelmesinden korktuğumuz kirli göl suyunda insanlar yüzüyor, bir şeyler avlıyor ve tabii ki o suyun üzerinde yaşıyorlar. Göle kurulmuş köyde okul, kilise ve marketleri var. Çocuklar okullarına sandallarıyla kendi servislerini yapıyorlar, kadınlar marketin önünde toplanmış sigaralarını içip sohbet ediyorlar. 
Yıllar önce çok acılar yaşamış, halen daha yoksullukla boğuşan bu güzel ülkenin, güler yüzlü, sıcakkanlı insanları benim için her zaman çok özel olacak. Kim bilir belki bir gün yine Kamboçya'lı çocuklarımı ziyarete giderim :)
Kamboçya’dan Tayland’a otobüsle geçerken sınırda pasaport işlemleri için beklerken gördüklerimiz, kendinizi bir belgeselin içinde hissettiriyor. Otobüsümüzün yanı başında kardeşini yıkayan bu kızı gülümseyerek izledik.
Yazımın kapanışını tabii ki Kamboçya ile yapacağım. Kamboçya’ya gidip orada yalınayak gezen çocukların gözlerinin içine bakın. Hayatta neleri dert ettiğinizi, neden artık daha sinirli olduğunuzu, zaman denen zalimin neden peşinizden koştuğunu tekrar düşünün. Hayat burada bizim ülkemizde olduğundan çok daha farklı akıyor. Dünyanın en yoksul ülkelerinden birinde, bizim bir günde harcadığımız parayla bir ay boyunca geçinmek zorunda olan ama yüzlerinde sanki hayatta her istediklerini elde etmiş gibi mutluluğu ve huzuru gördüğünüz güzel insanlar. Acılarından doğan yaşama sevinçleri ile Kamboçya’lılar, umarım size de hayatın karmaşası içinde unuttuğunuz tüm güzel duyguları tekrar yaşamanız için bir ışık olur.

Bundan tam 2 yıl önce, tam da bugünlerde Vietnam’da gezdiğim sokakları düşünerek bu yazıyı yazmak, benim için ayrı bir keyif.

Kaynak: Senem Beyter KÜÇÜKSAVAŞ - Leyleğin Güncesi



SANATIN TARİHLE KUCAKLAŞTIĞI YER: DİVRİĞİ



DİVRİĞİ
Bu gezilerimizde, Türkiye'nin sahip olduklarının ne kadar büyük ve değerli olduğuna şahit oluyoruz. Bundan gurur duyuyoruz. Daha evvel harap ve kendi haline terk edilmiş ören yerlerinin ve tarihi değerlerin restorasyon çalışmalarının yapıldığını ve hala devam etmekte olduklarını görüyor ve bundan da memnun oluyoruz. Bazı restorasyon çalışmalarının pek uygun yapılmadığını izliyoruz, ama olsun bir şekilde bu değerlere sahip olma duygusunun olmasının olmamasından daha iyi olduğunu düşünerek teselli buluyoruz. Bu eserlere sahip olma ve onları güvenlik altına alma çalışmaları her türlü takdirin üzerinde. 














Türkiye'nin her yöresinde mahalli ve mülki makamların, kendi çapında bir çaba içerisinde olduklarını gözlemliyoruz. Artık bu eserlere alelade taş ve toprak parçası diye bakılmadığı, değer verildiği bir gerçek. Bu konuda oldukça mesafe alınması sevindirici. Yetkili makamlar ve sponsorların bunları restore ettikten sonra kendi hallerine bırakmayıp yöre halkına işletme için devretmeleri, halkın da buna katılımının sağlaması açısından çok güzel. Bu faaliyetler, sonunda yöreye bir canlılık getiriyor. Bunu her gittiğimiz yerde görüyoruz. Bu gördüğümüz güzellikler, bizim gezi arzumuzu arttırıyor. 














Türkiye'de her yeri ve her görülecek eseri görmek istiyoruz. Ama bunun gerçekleşmesinin de mümkün olmadığını biliyoruz. O kadar çok güzel ve görülmesi gereken yerler ve tarihi eserler var ki, gezerek tamamlanmaları bir hayata sığmaz. Türkiye, çok ama çok güzel bir ülke. Aynı zamanda çok zengin. İnsanlarla kaynaşmak, onlarla konuşmak ve bir bardak çay içmek kadar güzel bir şey yok. Güzel ve büyük insanlar. Hayat hakkında onlardan öğrenecek o kadar çok şey var ki, hayat yetmez. 

Benim burada yazdıklarımı Türkiye'yi gezen, gören ve insanını tanıyanlar anlayacaklardır. Gezmeyen, görmeyen ve bilmeyenlere de gezmelerini öneririm. Bir şeyi görmeden anlamak çok zor. Türkiye'yi görmeden ve tanımadan, bir nedenden dolayı yurt dışına giden insanlar, ister istemez yurt dışı hayranı oluyorlar. Evet bir çok eksiğimiz, yanlışlarımız var ama, o kadar çok fazlamız ve doğrularımız da var ki. Kendimi tutamadım, bir çok laf ettim. Konu Türkiye olunca kendimi tutamıyorum. 

Ben esasında Türkiye'de yaptığım gezilerimde gördüğüm ve beni çok etkileyen Sivas'ın şirin kazası olan Divriği'deki Ulu Cami ve Darüşşifası'nı size aktaracaktım. 























Dünyada doğudan başlayarak batıya kadar birçok ülke gezdim. Bu ülkelerde çok güzel yerler, modern ve tarihi eserler gördüm. Eserlerin tamamına yakını, insanlık tarihinde önemli yeri olan ve hayranlık duyulan eserlerdi. İnsanoğlunun neler yapabileceğini görebilmek çok güzel bir duygu. Bunların içerisinde, piramitler, Çin Seddi, kanallar, camiler, köprüler, kiliseler, tapınaklar, şehirler var. Saymakla bitmez. Ama Divriği'de gördüğüm Ulu Cami ve Darüşşifası bu gördüklerim arasında bambaşka bir yere sahip. Şimdi siz, Türkiye'yi çok seviyorsun ve ne de olsa Türksün diyecek ve benim taraf tuttuğumu düşüneceksiniz. Ulu Cami yi görmeyenler hemen böyle düşüneceklerdir. Ancak görenler bana hak vereceklerdir. 
Sırası gelmişken bu yazıyı okuyanlardan kaç kişi bu eseri gördü? Lütfen elini kaldırsın. Eminim belki hiç yok. Ama Eyfel kulesini görenler desem... Bu eser, Divriği'den alınıp Paris'e taşınabilse, eminim ki tüm tur şirketleri gezi programlarının başına koyarlar. Türkiye de de bazı tur şirketleri, Divriği'yi gezi programlarına dahil etmiş durumdalar. Bu eseri görmek açısından iyi bir fırsat. 

http://www.bucatur.com.tr/
Ulu Cami ve Daruşşifası, 1228 yılında Anadolu Selçuklu Devleti Mengücek Oğulları tarafından yaptırılmış. İki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm hastaların şifa bulduğu hastane bölümü, ikinci bölüm ise cami. 

Ben Rönesans döneminde yapılmış birçok yapı gördüm, ama bu yapının kapılarında gördüğüm taş işlemesinin güzelliğine hiçbir yerde rastlamadım. Muhteşem, şahane, fevkalade, inanılmaz, harikulade, şahaser gibi kelimelerin bu güzelliği anlatmada zayıf kalacaklarını düşünüyorum. İfade etmek için de uygun bir kelime bulamıyorum. Ancak bir kere daha söyleyebilirim ki, dünyada böylesi yok. O kadar. 

Bu binanın kapılarında gördüğümüz taş işlemeciliğindeki akıl, zeka ve yaratıcılık olağanüstü. Atalarımın bu binayı yapmış olmalarından gurur duydum. Bu işlemeciliği yapan ve emeği geçen tüm sanatkar ve çalışanlar ile yapılmasına neden olanların huzurunda saygı ile eğiliyorum. Bu insanlar, insanın sanatta en üst düzeyde yapabileceğini çok zorlamışlar ve başarılı da olmuşlar. Bu bina, “UNESCO Dünya Kültür Mirası '' listesine alınmış. Bu güne kadar Ulu Cami'yi bir kere olsun ziyaret etmediğim için rahatsızlık duydum. Emin olun dünyada hiçbir ülkede olmayan muhteşem bir yapıya sahibiz. Türkiye'yi gezip gördükçe ve Türklerin Anadolu'da yaptıkları eserleri tanıdıkça, Avrupa'daki Rönesans tan çok evvel Türklerin Rönesans ı yaşadıkları fikri bende kuvvet kazanmaya başlamıştı. Ancak bu eseri görünce hiçbir tereddütüm kalmadı. Bu da olsa olsa Türklerin yarattığı “Anadolu Rönesansı '' dır. Ama okullarda bize hep Avrupa Rönesansı'nı öğrettiler. Olsun öğrenmenin yaşı yok, yolu çoktur. 






















Binanın birinci bölümü olan Şifahane ye Taç Kapısı'ndan içeri giriyoruz. İlk gözümüze çarpan, ortadaki havuz. Bu havuzun sağında ve solunda ikişer adet kolonla, tam karşımızda duran büyük bir eyvan dikkatimizi çekiyor. Kolonların hepsinin motifleri birbirinden farklı yapılmış. Burada su sesi, musiki ve Kuran sesi ile hastaların tedavi edildiğini öğreniyoruz. Şifahane'deki işlemeler, birbirinden güzel, ama her işleme diğerinden farklı. Büyük eyvanda da Orta Asya kökenli figürler, kainatın yaratılışı ve genişlemesinin büyük bir ustalık ve incelikle taşa işlendiğini görüyoruz. 













Ben, sizlere bu binadan ve şifahaneden daha çok, bu eserin kapılarından söz etmek istiyorum. Bu eserin, dört kapısı var ve hepsine de ayrı isimler verilmiş. Bu binayı diğer şifahanelerden ve ulu camilerden farklı yapan ve hayranlık uyandıran da bu kapılar. Bu kapılardaki taş işlemeciliği, tekrardan kesinlikle kaçınılarak yapılmış, her biri birbirinden farklı eşsiz figürlerle göz kamaştıran bir mimarlık ve mühendislik harikası niteliğinde. Ustası, bu işlemeciliği yaparken hep farklı figürler kullanmış ve zeka ile yaratıcılığını tartışmasız üst düzeye çıkarmış. 

Kapılarda kullanılan desenler hep farklı. Ancak hepsinde müşterek olan konu zeka, yaratıcılık ve incelik. Birisinde kesişen üçgen, dikdörtgen, kare ve prizma şeklindeki taşlar, diğerinde çift başlı kartal ile tek başlı şahin figürü görülmeye değer. Bir başka kapıda güneş diski, hayat ağacı, ay ve yıldızlar. Her bir figür bir kere kullanılmış, bir daha asla. Hepsi üç boyutlu. Rastgele bir bina değil, tam bir sanat şaheseri ve bu eserleri sergileyen dünyada benzeri bulunmayan bir sanat galerisi. 




















Bu kapılardan birisine "Cennet Kapısı"  adını vermişler. Buradaki işlemeler inanılmaz güzellikte. Tam bir sanat şaheseri. Sanatkar burada tüm hünerini konuşturmuş. İnsan gözlerini ayıramıyor ve önünden ayrılmak istemiyor. Bu büyük sanat şaheseri, insanı her bakımdan cezbediyor. Bu kadar hayranlığın karşısında saygı ve şükran duyuyoruz. Eski dönemlere ait sanat şaheserleri hakkında yazı yazan yazarlar, yazılarında genelde “o günün teknik bilgi, araç ve gereçleri ile bu eserleri nasıl yapabilmişler '' diye soru işareti yaratırlar. Neden bizim sahip olduklarımıza ya da daha fazlasına o zamanda da sahip olmasınlar? Bunu gösteren eskiden yapılmış on binlerce eser var. 
Bu eser hakkında dilimin döndüğü kadar bir şeyler anlatmaya çalıştım. Biliyorum bu eser hakkında sizlere aktardıklarım yeterli değil. Ama yapabileceğim de bu kadar. Şu ana kadar sizlere duyduğum gururu anlatmaya çalıştım, ama aynı anda yaşadığım düş kırıklığı da var. Bunu da anlatmaya çalışacağım. 
Bu eser, inşa edildiğinden bu güne kadar, yani 782 yıldır ayakta. Daha doğrusu, insanoğlunun ve doğanın kendisine sürekli verdiği darbelere rağmen ayakta kalmaya çalışıyor. İnşa tarihinden başlayarak Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu dönemi dahil, Cumhuriyet döneminde de ciddi restorasyon çalışmaları yapılmış. Bir kısmı bilinçli yapılarak bu güne kadar gelmesine neden olmuşlar. Bazı bilinçsiz yapılan restorasyon çalışmaları ve depremlerden kaynaklanan yer kaymaları nedeni ile binanın ciddi bir tehlike altında olduğunu anlamak için uzman olmaya gerek yok. Yana kaymış duvarlar, bu durumu açıklığı ile ortaya koyuyor.















Ama en çok dikkati çeken kapılar. O şaheser desenleri ile nerede ise yere düşecek ve harabeye dönecek kadar sağa, sola ve öne kaymışlar. Eğer düşerlerse onları bir araya getirip eski haline dönüştürecek dünya yüzünde hiçbir ustanın olmadığı kesin. Bu olumsuz durumun gerek Türkiye deki yetkili makamlar ve gerekse UNESCO tarafından bilindiğini ve devamlı çalışma içerisinde olduklarını, ancak fazla bir şey yapamadıklarını öğreniyoruz. Belki binanın kayan yerleri düzeltilebilir, ama o muhteşem kapılara kim dokunacak? Herkesin dokunursak daha kötü olur endişesine katılmamak elde değil. Şimdi düşkırıklığıma korku ve endişe de eklendi. 
Ancak ne olursa olsun tarihe ve Türk Milleti'ne mal olmuş bu müstesna eser kendi haline bırakılmamalı. Görünen odur ki, ortada ciddi bir sorun var. Ancak bu sorunu çözmeye çalışanlar da mevcut. Umarım yakın bir zamanda çözüm bulur ve sonuca ulaşırlar. Bu konuda tüm çalışanlara başarılar dilerim. 

Yazı ve Fotoğraflar: OLAY SALCAN
Kaynak: Leyleğin Güncesi - Olay Salcan