01 Şubat 2017

KÜBA'NIN SESLERİ, SAZLARI, SÖZLERİ..


Küba müziğinin kökleri

Devrimle ve aşkla beslenen, devrimi ve aşkı besleyen müziğin ülkesindeydim. Küçük dev, küçük tehlikeli, küçük asi ülkede…

Duvarlar, kaldırımlar, merdivenler, yemekler, müzikler, kadınlar, erkekler, çocuklar ebruli, doğal, sevecen ve neşeli… Küba üstüne konuşmaları, yazmaları uzatabiliyorum. Bu yüzden yalnızca kulağıma doldurup getirdiğim seslerden bahsetmeyi seçtim. Yoksa Küba’nın 1959’daki devrimden sonra tıpta, eğitimde, müzikte, plastik sanatlarda, sporda, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasında ve afet yönetimindeki başarıları, toplumsal örgütlenme ve diğer ülke halklarıyla dayanışması üstüne de söylenecek çok söz var.

Ev sahibimiz dünya müziğine çok sayıda ve farklı farklı müzik yapıları kazandırmasıyla, Latin dansları olarak bilinen bütün dansları içinden çıkarmış, dışarıdan gelen müzik ve dans türlerini de Kübalılaştırmasıyla, dünyaca bilinen birçok müzik insanını ve grubunu dünyaya armağan etmesiyle gurur duyuyor.

En önemli kültür ve toplumsal hafıza aktarımı, kendini ifade etme, hayatla baş etme ve başkalarıyla iletişim kurma aracı gülümsemeleri, müzikleri ve dansları dersek yalan olmaz. Ayrıca Küba'da herkes müzisyen, herkes dansçı. Yedi gün ve nerdeyse yirmidört saat her yerde müzikle buluşuyorsunuz yeter ki, size seslenen ezgilere kulak verin. On günlük gezide sadece Kültür Bakanlığı kafeteryasındaki radyodan bant kaydı müzik çalındı kulağıma.




Kolomb tarafından keşfi sonrasında Ada'ya akın eden ve çoğunluğu İspanyol köylüler olan Avrupalıların şarkıları ile kahve, şeker kamışı ve tütün tarlalarında çalıştırılmak üzere Orta ve Batı Afrika'dan getirilen kölelerin dinsel ritüelleri için vurmalı çalgılar ile yaptıkları ritim ve dans temelli müziklerin birleşmesi Küba müziğinin temeli sayılan el son'ları doğurmuş.

El sonlar Küba'nın elit sınıflarınca hor görüldüğünden, Fransız salon müzikleri ile karıştırılıp danzon türü ortaya çıkarılmış. Danzonlar bana Arjantin tangolarını hatırlatıyor.

Danzonları sıkıcı ve hatta biraz kibirli bulan sonraki nesil müzisyenler onları salondan çıkarıp sokağa indirince salsa dünyaya gelmiş. Salsa hareketlenip özgürleştikçe mambo, çaça gibi birçok popüler dans çeşidine ve ritim yapılarına dönüşmüş. Kuzey Amerika'dan gelen caz standartları da aynı kalmamış, Küba'da bulduğu ritimlerle Kübalılaşmış.   

1920 ve 1930'lar kabare geleneğini, büyük caz bandlarını ortaya çıkarmış. 1950'ler kabare geleneğinin ve revü benzeri mambo, çaça, salsa danslarının gece kulüplerini kasıp kavurduğu zamanlar.

Seksenlerin ortalarından günümüze dek hiphop alt kültürünün müzik uzantısı rap müziği de Küba'da özellikle gençler tarafından çok seviliyor. Küba rapi de ayrı bir ekol haline dönüşmüş. Rock, rap ve geleneksel Küba müziği harmanı ise timba çeşidinin bileşenleri. Canlı dinleme fırsatı yakalayamadığım tek müzik türü Küba rapi oldu.   

Küba müziğinin sazları da tıpkı Kübalılar gibi biraz Afrikalı ve Karaipli, biraz Güney Amerikalı, biraz Avrupalı ve Kuzey Amerikalı.

Küba'da yürümeyi öğrenmeden ritim tutup dans eden küçük çocuklar, bastonsuz yürüyemeyen ama çok büyük bir keyifle sizinle rumba yapan ihtiyar delikanlılar, ölene dek müzik yapan müzisyenler var. Evlerde anne-babaları birinci sesle, çocuklar ikinci sesle şarkı söylüyorlar. Çocuklar büyüyünce birinci ses oluyorlar. Bizde nerdeyse unutulan meşk geleneğine benziyor bu gelenek.

Bizim aşık/halk ozanı atışmalarına benzer şekilde müzisyenin dinleyicisiyle ve diğer müzisyenlerle karşılıklı ve doğaçlama müzik yapması geleneği var burada da. Tam o anda sevgilisine, köyüne, Küba'sına ve Kübalılara bir şarkı yapabiliyor müzisyenler. 



Her yerde, her zaman, herkesle müzik


Bu köklü ve melez müzik geleneği ile ilk temasım geç akşam ya da erken gece diyebileceğimiz saatte otelimize girerken oldu. Tam o anda çalmaya başlayan müzisyenler, karşılandığımızı düşündürdü bana. Önemli müzik mekanlarına pek yakın olan otelimizde, her akşam farklı bir grubu hüzünlü de olsa iyimser ve umutlu, sitemliyse de huzurlu Küba şarkılarını çalarken bulduk.

Bir akşam ünlü Paseo Caddesi ile Havana'daki kordon boyu Malecon'un kesiştiği yerdeki Jazz Cafe'ye gittik. Yarımay şeklindeki büyük salonun pencere tarafına yerleştirilmiş bakırdan müzisyen heykelleri, tavandan sarkan saksofonlar ve trompetler, sahne arkasındaki duvar resmi ve tabii ki doğaçlamanın hakim olduğu vokalsiz caz icrası bizim için fazlasıyla özgün ve iyiydi. On CUC (yaklaşık 10 EURO) giriş ödeyip, Küba'nın hepsi birbirinden çekici romlu kokteyllerinden iki tane içebiliyorduk.

Küba'nın dünya müziğine armağanları efsane Chucho Valdes ile dahi caz piyanisti Roberto Fonseca burada sahne almışlardı.  Ne yazık ki müzik düşündüğümüzden çok geç başladığı için uykuya ve günün yorgunluğuna esir düşüp, erken ayrıldık.

Sokaklarda yürürken sokak orkestraları ile birlikte şarkılar söyledik, albümlerini aldık, dans ettik müzisyenlerle. Bir kez de Havana Libre Oteli'nin Turquino/25. Kat gece kulübünde büyük bir orkestra eşliğinde müzik grubunun Latin pop programını ve genç kızların dans gösterisini izledik. Gösteriye izleyicileri de katıyorlar ve bize de salsa yaptırıyorlardı.






















Bir öğlen doğa koruma alanı Teraslar'a indiğimizde bir müzik grubu tarafından 'gerçekten' karşılandık. Kadınlı erkekli beş kişilik grup çalıyorlar, söylüyorlar ve dans ediyorlardı. Annemin de benim de lise yıllarımızda çok sevdiğimiz Besame Mucho'ya, Dos Gardenias'a ve Quizas, Quizas, Quizas'a eşlik ettik.

Yemek sonrasında çevrede dolaşırken gitar, tiple ve bandola (bir çeşit Latin Amerika gitarı) melezi bir müzik aleti, tres çalan çok yaşlı bir treseroya rastladık. Meksika, Peru, Küba türküleri söyledi bize. 




Küba'nın en eski ve dünyaca tanınmış müzik ve gösteri grubu Buena Vista Social Club'ı izlemek için gittiğimiz Nacional Otel'in tüm salonlarında ve bahçesinin tüm köşelerinde aynı anda farklı gruplar müzik ya da kabare yapıyorlardı.  

Aslında otelin bu hali Küba ve müzik ilişkisinin küçük ölçekli bir örnek tasarımıydı. Çünkü her yerde belki de en çok kendileri için çalan, birbirleriyle konuşmak yerine çalarak anlaşan müzisyenler ve yoldan geçerken kucağındaki çocuğunu indirip onlara katılıp şarkı söylemeye başlayan Kübalılar görmüştük. Müzikle ilişkileri Romanların müzikle ilişkisini çağrıştırdı bana.




Buena Vista Social Club'ı yerinde izleyeceğimiz için müzisyenlerden daha fazla heyecanlıydık. Sunucu açılış konuşmasını yaptı ve dansçıları izleyiciye takdim etti. Mambo, salsa, çaça danslarının karışımı gösteriden sonra, yetmişi çoktan devirmiş erkek şarkıcılar seyircilerin arasında gezerek şarkılarına uyumlu bir şekilde dans ettiler. Her bir müzisyen enstrümanı ile kendi solosunu atıyor, sonra yine birleşip beraber çalıyorlardı.

Sırada az önce kuliste konuştuğum ve fotograf çektirdiğim Teté (Teresa Garcia Caturla- 75) vardı. Teté grubunun klasikleşmiş parçalarını söylerken chekereyi izleyicilere fırlatıyor, onlarla şakalaşıyor, müzisyenleriyle dans ediyordu. Teté, tüm müzisyenlerin kadın olduğu Aida Dörtlüsü'nün solistiymiş altmışlarda. Emekli olunca yeni mezun gençlerden bir orkestra kurup, turnelere çıkmayı sürdürmüş. Sahnede olduğuna göre emekli olmamış. Babası da yirmili-otuzlu yılların önemli bestecilerinden. Sunucu yeğeni, basçısı da kardeşi. Bu geceden kulağımda kalanlar sunucunun benimle dans ederken, verdiği uno, dos, tres… uno dos tres komutları. Bir de "siz Kübalılar gibi dans ediyorsunuz"  dedi ki… Benden mutlusu yoktu orada artık.

Başka bir gün programımızda Tilki ve Kuzgun anlamına gelen Zorra y el Cuervo isimli caz kulübüne gitmek var. Burası yetenekli genç caz müzisyenlerinin sahne aldığı Havana'nın en iyi caz kulüplerinden. Haftanın her günü başka bir grup sahne alıyor. Küba'da her türden, iyi müzik gruplarını haftanın her günü bir başka yerde dinleyebilirsiniz, tek yapacağınız girişteki haftalık programa bakmak ve/ya gruba o hafta nerelerde çalacaklarını sormak.




Güzeller güzeli Trinidad

Küba'nın tam ortasındaki UNESCO'nun korumaya aldığı dağ kasabası Trinidad'da deli bir yağmur altında, biraz da bile isteye kaybolmuş, dolanıyorum.  Nasılsa kururum. "Buraya gel, hadi hemen şimdi" diye beni çağıran sokağa taşmış bir ezginin peşine düşüp, süslü bir kemerin altından geçiyorum ve te biçimli, duvarları rengarenk boyanmış küçük bir müzik ve dans avlusundayım. Sonra öğreneceğim ki, burası Trinidad'ın en iyi Türkü Evi (Casa de la Trova).

Eski ozanlık geleneğinin kente gelen yeni müzikal ifadeler ve anlatım olanakları ile kaynaşarak dönüşmesi, 1940ların sonunda başlayıp, günümüze gelen devrimci müzik geleneğini ya da yeni türkü (nueva trova)  hareketini ortaya çıkarmış. Küba mavisi tişörtleri bir örnek olan trabadorları (ozan) dinlerken buraya akşama yine gelmeyi kafama koyuyorum.

Sonrasında "Gerçek Kongo Müziği Sarayı- Palenque de la Congo Reales" anlamına gelen yazının bulunduğu kapıya ve kulaklarıma takılan rock, hiphop ve afroküba bulamacı bir melodiye kapılıp, başka bir avluya giriyorum. Burada beni en çok şaşırtan Kübalıların hassas bir müzik kulağından, güçlü bir ritim duygusundan başka, keskin bir müzikal sezgilerinin olduğunu fark etmem… İlk saniyede müzikle ilgilenen kişiyi buluyorlar.

Restoranda öğle yemeğimizin yanında yine canlı müzik var.

Akşam Kongo Sarayı'nda üç arkadaş Haiti'de kölelik kaldırıldığında Küba'ya göç eden Kongolular'ın torunlarının yaptığı gösteriyi izliyoruz. Büyükçe tamtamlar, orta boy kongalar, küçükçe bongolar, benim bayıldığım sallamalılar, arkada çok sesli müzik yapan koro, ortada kahve tarlalarında kölelerin çektiği acıyı gösteren danslarını sergileyen Afrokübalılar. Bir ağızdan "iyi ki geldik" diyoruz.

Trinidad'ın en önemli ve geleneksel müzik olayı Katedral'in yanındaki amfi tiyatroya benzeyen merdivenlerin ve alttaki küçük düzlüğün her akşam müzik yapılan ve dans edilen bir müzik evine (Casa de La Musica) dönüşmesi. Şehir halkı ve tüm turistler orada. Yağmur yoksa müzik var. Neyse ki yağmur yerine yıldızlar vardı tepemizde.  

O akşamın tek sorunu şehir dışındaki otelimize gelip giderken bindiğimiz Küba mavisi, eski Amerikan arabası taksimizin müzik sisteminin olmaması. Bunu da şoför Jose ile birlikte şarkı- türkü söyleyerek çözdük.

































Yolda Havana'da müziğin dışarıdan gelen kültürlerin etkisiyle eğlence, gösteri işlevleri öne çıkarak gelişmiş olduğunu, Trinidad'da ise müziğin daha özgün, geleneksel haliyle korunmuş ve hatta daha duygulu olduğunu düşündüm.

Sırada Karaip Denizi'nin andante dalgalarının ninnisi ile uyumak var.

Ertesi akşam sıra bizde. Trinidad'ın bir mahallesini ve mahalle halkının seçtiği devrim savunma komitesi üyelerini ziyaretimizde sokakta donattıkları masa etrafında birlikte salsa yapıyor, bizim türkülerimizden söyleyerek çoluk çocuk oynuyoruz.




Eksik Kalan

Bir daha mı gitmeli Küba'ya, bu gezide gidemediğimiz müzik başkenti Santiago de Cuba şehri için, Callejon de Hamel'de Afrokübalıların her pazar günkü karnaval benzeri müzikli danslı hallerine katılmak için, şu dillere destan Küba Ulusal Balesi'ni Havana'dalarsa izleyebilmek için, müzik aletleri müzesinde dolaşmak için, Kordon'da okyanusun hırçın dalgalarına nispet edercesine düzenlenen klasik müzik ya da caz konserlerini, festivalleri izlemek için, zarif ve kendinden emin Kübalı küçük beylerle, seksenlik delikanlılarla dans etmek için…

Öyleyse, şimdilik öpüyorum seni Küba'cığım; Kübalılar gibi: tek yanaktan, çabuk çabuk, arka arkaya üç kez…

Tadımlık

http://www.youtube.com/watch?v=3G_vxnCrGq0&feature=related      (Fonseca-Suarez)
http://www.youtube.com/watch?v=qUtohUhNNho         (Aire d'Concierto con Clarnette)
http://www.youtube.com/watch?v=wOSFB4YFQuc                                        (la Conga)
http://www.youtube.com/watch?v=mIwFsaq4vEA                                     (Benny Moré)
http://www.youtube.com/watch?v=sct0-7rs2zY&feature=related                        (Teté)

Yazı ve Fotoğraflar: UMUT İLKAY KAVLAK















UMUT İLKAY KAVLAK KİMDİR ?

1976'da Ankara'da doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1996 yılı mezunu. Özel sektörde ve kamuda, avukat ve uzman yardımcısı/uzman olarak çalıştığı yıllarda Ankara Üniversitesi ve İngiltere/Exeter Üniversitesi'nde Avrupa Hukuku ve uluslararası ticaret hukuku konularında lisansüstü çalışma yaptı.

2003'ten beri Avrupa Birliği Delegasyonu'nda çalışıyor. Okur, yazar ve gezer olmayı seviyor. Bulunduğu yerleri beş duyuyla algılamayı ve tüm canlı varlığıyla anlamaya çalışıyor. Gittiği yerlerin müzik kültürünü keşfetmeyi seviyor.
Fotoğraf çekmeyi bir çeşit görsel günlük tutmak olarak düşünüyor.  Kapadokya, Mardin, İstanbul, Doğu Karadeniz, Kamboçya, İran, Özbekistan ve İspanya en sevdiği yerler.


Kaynak: LEYLEĞİN GÜNCESİ

AVRUPALILAR ATEŞ KULLANMIYORLARMIŞ


AVRUPA'DAKİ İLK İNSANLAR ETİ ÇİĞ YİYORLARDI

Kuzey İspanya Sima del Elefante Bölgesi’nde bulunan çene ve diş fosilleri.
York ve Barselona Özerk Üniversitesi’nin ortak yürüttüğü bir çalışma, Avrupa’da yaşamış ilk insanların pişirme için ateşi kullanmadıklarını, ancak çiğ de olsa eti ve sebzeyi tükettiklerini açığa çıkardı.
Kuzey İspanya Sima del Elefante Bölgesi’nde 2007’de Atapuerca Araştırma Ekibi’nce yapılan çalışmada, 1,2 milyon yıl önce yaşamış ilk insan türlerinin diş plakları incelendi. Bu inceleme sonucu, erken insan türüne ait mikrofosilleri “en erken dönem yiyecek izleri” olarak belirlediler. Mikrofosiller, çiğ hayvan dokusu, sebze tüketimini gösteren pişmemiş nişasta granülleri, çam türüne ait polen tanecikleri, böcek parçaları ve olasılıkla kürdan parçaları içeriyordu. Belirlenen beslenme malzemeleri pişirilmemişti ve aynı zamanda ateşle bağlantılı olabileceği düşünülen mikro kömür izine de rastlanmadı.
Pişirme için ateşin ilk ne zaman kullanıldığı tartışmaya açıktır. Bazı araştırmacılar bunu 1,8 milyon yıl önceye, bazıları ise 300.000-400.000 yıl öncesine tarihlendirmektedir. Ateşin ilk izleri Afrika’da bulundu. Sima del Elefante’de ateşe dair ize rastlanamaması, ilk insan Afrika’dan ayrıldığında beraberinde ateşi götürmediğini göstermektedir.
Avrupa’da ateşin ilk kullanımına dair kesin izler, 800.000 yıl önce İspanya yakınlarındaki Siyah Mağara’da (Cueva Negra) ve biraz daha öncesinde, İsrail yakınlarındaki Gesher Benot Ya’aqov bölgesinde bulunmuştur. İki bulgu birlikte değerlendirildiğinde, ateş teknolojisi, 800.000 ile 1,2 milyon yıl öncesine aittir. Ki bu ilk insanın besinleri pişirmeye başlamasıyla ilgili yeni bir zaman çizgisi ortaya çıkarmaktadır.
Barselona Özerk Üniversitesi’nden araştırmanın yöneticisi Prof. Dr. Karen Hardy’e göre, ilk insanın yaşamına dair edinilen bu çok erken tarihli görünüm ilgi çekicidir. İlk Avrupalıların çevre faktörlerini anlayıp onu kendi dengeli diyetleri için kullanmaya başlamaları 1,2 milyon yıl önce olabilmiştir. Yiyecekleri pişirmek daha fazla enerji sağlar ve belki de beyin boyutlarında 800.000 yıl öncesinde meydana gelmiş olan hızlı artış, pişirmeyle bağlantılıdır.
Çalışmanın sonucu aynı zamanda, pişirme tarihlemesiyle bağlantılı olduğu düşünülen, tükürükte bulunan ve nişastalı yiyeceğin pişirilmesinden sonra ortaya çıktığı sanılan amilaz enzimi hipotezini de desteklemektedir. Nişastalı besinler, beyin gelişimini kolaylaştıran temel elementlerdir ve popüler “paleodiet” inanışının tersine paleolitik dönem beslenmesinde önemli yer tutmaktadırlar.

Çev. Dr. Ebru Oktay

Kaynak: https://www.sciencedaily.com

ACABA ÖYLE Mİ?


Küfreden insanlar daha dürüst oluyor!



Küfür etmek, uzun süredir öfke ve kabalıkla ilişkilendirilir, ancak bu durum daha olumlu bir anlama sahip de olabilir. Psikologlar, sıklıkla “lanet okuyan” insanların daha dürüst oldukları sonucuna ulaştı. Hollanda, İngiltere, ABD ve Hong Konglu bir araştırmacılar ekibinin “Sosyal Psikolojik ve Kişilik Bilimi” (Social Psychological and Personality Science) dergisinde yer alan araştırmasında, küfür kullanan kişilerin yalan ve aldatmayla ilişkili olma olasılıklarının daha düşük olduğu bildirildi.

Küfür, bazı sosyal ortamlarda uygunsuz ve kabul edilemez olarak tanımlanan, genellikle cinsel referanslar, kutsal değerlere hakaret veya diğer kaba terimleri içeren müstehcen bir ifade biçimidir ve öfke, hayal kırıklığı, sürpriz gibi duyguların ifadesiyle ilgilidir. Ancak küfür, kitleleri eğlendirmek ve kazanmak için de kullanılabilir.
Küfre ve onun toplumsal etkilerine karşı onlarca yıl içerisinde değişime uğrayan çeşitli tutumlar mevcut. 1939 yılında Clark Gable’ın Rüzgâr Gibi Geçti filmindeki unutulmaz “Açıkçası canım, hiç umrumda değil” repliğini söylemesi, filmin yapımcılarına 5.000 dolarlık para cezası kesilmesi için yeterliydi. Günümüzde ise filmlerimiz, TV şovları ve kitaplarımız bu tür sözlerle boğulmuş durumda ve çoğunlukla onlara daha toleranslı davranıyoruz.
Samimiyetsizlik ve küfrün her ikisinin de anormal olduğu düşünüldüğünden genellikle ahlaki açıdan düşük standartların kanıtı olarak görülürler. Öte yandan, küfür olumlu dürüstlükle ilişkilendirilebilir ve sık sık, bastırılmamış duyguları ve samimiyeti ifade etmek için de kullanılır. Araştırmacılar bu durumla ilgili ABD seçimlerinde yürüttüğü kampanya sırasında bazı konuşmalarında küfürlü ifadeler kullanarak rakiplerinden daha “samimi” görünen Başkan Donald Trump örneğini gösteriyor.
Cambridge Üniversitesi Big Data Analytics’te öğretim görevlisi olan Dr. David Stillwell, konuyla ilgili “Küfür ve samimiyetsizlik arasındaki ilişki zorlu bir mesele. Küfür etmek çoğu kez uygunsuz görülebilir, ancak aynı zamanda birilerinin size samimi görüşlerini ifade ettiğinin de kanıtı olabilir. Dillerini daha lezzetli olacak şekilde süzmedikleri gibi görüşlerini de filtrelemiyorlar” ifadelerini kullanıyor.
Uluslararası araştırmacılar ekibi, sosyal medya kullanıcılarıyla olan etkileşimleri içeren bir dizi ankette insanların bu tür dille ilgili görüşlerini ölçmek üzere hazırlandı.
İlk ankette, 276 katılımcıdan en sık kullandıkları ve favori küfür sözcüklerini listelemeleri istendi. Ayrıca, bu kelimeleri kullanma nedenlerini değerlendirmeleri de istendi ve daha sonra doğru veya toplumsal olarak kabul edilebilir olduklarını belirlemek üzere düşündükleri şekilde basitçe yanıt verecekleri bir yalan testine katıldılar. Ortaya çıkan sonuçta, daha çok sayıda küfürlü kelime yazanların yalan söyleme olasılıkları daha düşüktü.
İkinci bir anket ise 75.000 Facebook kullanıcısının çevrimiçi sosyal etkileşimlerinde küfür kullanımını ölçmek için veri toplamayı içeriyordu. Araştırma, daha fazla küfür kullanan insanların, önceki araştırmalarda dürüstlükle ilişkili olarak gösterilen “ben” gibi dil kalıplarını kullanma olasılıklarının daha yüksek olduğunu ortaya çıkardı. Ankete dahil olan Facebook kullanıcıları ABD genelinden seçildi ve bu insanların verdikleri yanıtlar, farklı coğrafi alanlar arasında küfürle ilgili var olan farklı görüşleri de ortaya çıkardı.
Örneğin, Connecticut, Delaware, New Jersey ve New York gibi Kuzeydoğu eyaletlerindeki insanlar küfür etmeye daha yatkın iken, Güney Carolina, Arkansas, Tennessee ve Mississippi gibi güney eyaletlerinde bu ihtimal daha düşük.

Çev. Erkin Öncan
İÜ Klasik Filoloji Bölümü

Kaynak: https://www.sciencedaily.com/releases/2017/01/170117105107.htm

NİKSAR CEVİZLİ BAHAR
 "Kahvaltınıza Lezzet Katar" 













İNSANOĞLUNUN EN SAVUNMASIZ VE YARDIMA MUHTAÇ OLDUĞU DÖNEM BEBEKLİK DÖNEMİDİR.






















Diğer canlılar doğduktan birkaç saat sonra ayağa kalkıp yürümeye başlayabilirken insanoğlunun hayata adapte süreci çok daha uzundur.
Yine de yeni doğan bir bebek aslında düşündüğümüz kadar da savunmasız değil. Doğarken sahip olduğumuz bir takım refleksler, hayata adapte olmaya çalıştığımız uzun süreçte bizim en büyük yardımcımızdır.
Dışarıdan gelen herhangi bir uyarıya, düşünmeksizin verilen ani tepkilere refleks denir. Doğuştan sahip olduğumuz refleksler var olma refleksleri ve ilkel refleksler olmak üzere ikiye ayrılır. Nefes alma, emme, yutma, göz kırpma gibi refleksler doğduğumuz andan itibaren sahip olduğumuz ve sonradan kaybolmayan reflekslerdir. Bu refleks grubuna var olma refleksleri denir.
İlkel refleksler ise doğarken sahip olmamıza rağmen zamanla kaybolan reflekslerdir. Bu refleksleri şu şekilde sıralamamız mümkün:
Adım atma refleksi: 
Bebekleri koltuk altlarından tutup, bir zemin üzerinde ayakta durmalarını sağladığınızda bebeğin adım atmaya başladığını göreceksiniz. Doğumdan 8 hafta sonra kaybolan bu refleks sinir sisteminin gelişiminin bir göstergesi.


Moro (sıçrama) refleksi: 
Her zaman özel bir sebebi olmayan bu refleks genellikle ani hareketlerde ya da yüksek gürültüde meydana gelmektedir. Bebek kendisini arkaya doğru gererken kollarını uzatarak ve hafifçe birleştirir. Yani bebek birden sıçrar. 6 ay içinde kaybolan bu refleks sinir sisteminin gelişiminin bir göstergesidir.

Kavrama/yakalama refleksi: 
Bebeklerin avucuna dokunulduğunda parmaklarını birleştirerek avucunun içindeki nesneyi tutar. Aynı şekilde bebeğin ayak tababına da dokunulduğunda ayak parmaklarını ayak tabanına doğru hareket ettirir. Üç ay içinde kaybolan bu refleks yerini istemli yakalamaya bırakır ve bu da sinir sisteminin gelişiminin bir göstergesidir.


Tonik boyun refleksi: 
Sırt üstü yatırılan bebeğin başı bir yöne çevrildiğinde aynı yönde kolunu ve aksi yönde diğer bacağını açar. Aynı zamanda yüzüstü yatırılan bir bebek kafasını yana çevirerek rahatlıkla nefes alabilir. Bebeğin boğulmasını engelleyen bu refleks, iki üç ay içinde yerini istemli harekete bırakır.

Babinski refleksi: 
Ayağının altı gıdıklanan bebek ayak parmaklarını yelpaze gibi açar. 8-12 ay içinde kaybolan bu refleks sinir sisteminin gelişiminin bir göstergesidir.
Yüzme refleksi: Suya konan bir bebek kollarını ve ayaklarını çırpar, ve nefesini tutar. 4-6 ay içinde kaybolan bu refleks sayesinde bebekler boğulmaktan korunur ve gerekli eğitimle bebek yüzücü olabilirler.


Kökünü arama (rooting) refleksi: 
Bebeğin yanağına ya da ağız çevresinde bir yere dokunduğunuzda yüzünü o yöne çeviren bebek bu refleks sayesinde meme ya da biberonu bulabilir. Kökünü arama refleksi 6 ay içinde zayıflar ve kaybolur.
İlkel refleksler bebekler büyüdükçe yerini istemli hareketlere bırakır ve nörolojik muayene için önem taşımaktadır. Sinir sistemi gelişiminde problem olan bebeklerde bu reflekslerin meydana gelmesinde sıkıntılar gözlemlenebilir. İlkel refleksler yaşamın ilk yılında kaybolurken var olma refleksleri ömür boyu bizimledir. Yaşamın ilk iki yılında hala ilkel refleksler devam ediyorsa bu, beyin hasarının bir göstergesidir.
Kaynak: FİZİKİST
Referanslar
https://en.m.wikipedia.org/wiki/Primitive_reflexes
http://pennstatehershey.adam.com/content.aspx?productId=82&pid=1&gid=003292
https://youtu.be/vwrIe0bklJY
https://youtu.be/nw5NtAOjcIg





31 Ocak 2017

MODERN DEMOKRASİ HAKKINDA..



MODERN DEMOKRASİNİN
ANTİK YUNAN DEMOKRASİSİNDEN
ALMADIĞI KURALLAR

Orberk ÖZDEMİR/arkeofili
Antik Yunan demokrasisi Birleşik Devletler hükümeti için bir kuruluş modeli idi. Ancak kurucular, bu eski sistemdeki birkaç noktanın dışarıda bırakılmasını uygun gördüler.
Amerikan siyasi sisteminin başlıca unsurları – referandumlardan gizli oylamalara hatta jüri görevine kadar- antik Yunan örneklerinden türetilmişlerdir. Atinalılar genel olarak demokrasinin mucitleri olarak adlandırılırken, bu politik sistemin yalnızca bazı unsurları Amerikan uygulamalarını şekillendirdi. Antik Yunan siyasetinin unutulmuş ancak etkileyici birçok yönü vardı. Bunlardan bazıları; işari oy kullanımı, halk oylaması ile sürgün edilme, kamu görevlerinin sıradan vatandaşlar tarafından doğrudan yönetimi ve bunun gibi birçoklarını örnek gösterebiliriz.
Peki, Birleşik Devletler klasik demokrasi modellerinden kendi sistemine tam olarak neleri kopyaladı ve neleri dışarıda bıraktı?

Sürgün

Herhangi bir modern siyasetçi de rakiplerinin halk oylamasıyla sınır dışı edilişini görmekten memnuniyet duyacaktır. MÖ 5. yüzyıl Atina’sında ise bu gerçekten mümkündü. Vatandaşlar her yıl agorada bir araya gelirler ve herhangi birinin çok güçlü olup olmadığı konusunda oy verirlerdi. En çok oy alan kişi 10 yıl boyunca Atina’dan sürülürdü.
Sürgün edilmesi istenen adayların isimleri küçük çömlek parçaları üzerine yazılır ve bir kimseyi sürgüne gönderebilmek için minimum 6 bin oy toplanması gerekirdi. Antik Yunan’da ostrakon olarak adlandırılan bu çömlek parçaları, sürgün etme anlamına gelen İngilizce “ostracize” kelimesinin de etimolojik kökenini oluşturmaktadır.
Bağırarak Oy Kullanma
Modern siyaset pek çoklarına bir yaygara gibi gelebilir. Ancak bağırarak oy kullanmak Antik Sparta’da asli bir uygulamaydı.
Bu, tamamiyle ABD Temsilciler Meclisi ve Senatosu’nda yapılan sesli oylama uygulamasına benzememektedir. Çünkü modern sesli oylama uygulamasının sonuçlarına itiraz edilebilir ve yoklama usulü ile yapılan oylamaya geçilebilir. Sparta’da ise, kapalı bir odada tutulan ve halkın önüne çıkan adayların sırasını bilmeyen yetkililer, her adayın topluluk önünde yürürken aldığı tezahüratın şiddetini değerlendirerek adaylar arasından kazananı belirlerdi. Bu örneğe en yakın modern analoji stadyumlarda bulunan desibel metrelerin meclis oylamaları için kullanılması düşünülerek kurulabilir.

Elle Oy Kullanma

Oy vermek fiilinin Klasik Grekçe karşılığı olan “psephizein” kelimesi çakıl taşı anlamı taşıyan “psephos” kelimesinden gelmektedir. Buna paralel olarak eski kaynaklar Atinalıların çakıl taşlarını kaplara koyarak oy vermiş olduklarını öne sürmektedir. MÖ 5. yüzyılda Atinalılar el kaldırarak yahut küçük bronz nişanlar ile oy vermekteydiler.
Atinalılar jürili yargılamalar ve bazı yasama işlemleri sırasında gizli oy verme usulünü kullandılar. Her vatandaş bir adet içi boş, delikli bir adet ise deliksiz bronz nişan alarak belirli bir öneri yahut bir davalı için lehte ve aleyhte oy kullandılar. Bronz nişanların tasarımı ve boyutu oy kullanan kimselerin başparmakları ile deliği kolayca kapatmaya imkan verdiğinden oyların niteliği gizlenmiş oluyordu.
Oylar İçin Ödeme
Atinalılar bir jüride hizmet etmek veya en büyük müzakere organı olan meclisin bir üyesi olarak görev yapmak için devletten küçük bir ödeme almaktaydılar. Ödeme, yoksul vatandaşların yoksulluk sebebi ile sivil katılımdan uzak kalmasını engellemek adına uygulanmaya başlanan demokratik bir yenilikti. Bu dönemde, insanları oy vermeye teşvik eden modern kampanyaların antik bir eşdeğeri bile bulunuyordu. MÖ 5. yüzyılda komedya yazarı Aristophanes, vatandaşları oy verilecek yerde toplamak ve meclise katılımı sağlamak için ıslak kırmızı boyaya batırılmış bir halatın olduğu yerden bahsediyordu.
Kayıp zamanları için vatandaşların tazmin edilmesi daha fazla insan için siyasi katılımı mümkün kıldı. Tüm bu katılımı kolaylaştırıcı uygulamalara karşın Atina demokrasisi bir takım katı kısıtlamalar içermekteydi. Yalnızca yetişkin erkek vatandaşlar jürilere hizmet edebilir, meclise katılım sağlayabilir veya herhangi bir resmi pozisyonda bulunabilirdi. Kadınlar, yabancılar ve köleler kategorik olarak dışlanmışlardı.

Kimin oy vereceğine karar vermek

Öte yandan Atina demokrasisi modern Amerikan sisteminden çok daha kapsayıcı ve şeffaftı. Akropolis’in hemen yanındaki küçük bir tepelik olan Pynx’de yaklaşık olarak 10 günde bir toplanan ve 5, 6 bin üyenin katılım yapabildiği mecliste tüm vatandaşlar oy kullanma hakkına sahipti. Bu büyük mecliste askeri, mali ve dini konularda karar alınır ve meclis bireylere vatandaşlık ve onur bahsederdi.
500 vatandaştan oluşan daha küçük bir konsül meclisin gündemini belirlemek için toplanırdı. Bu küçük konsey, dış politika üzerinde müzakerelerde bulunur, anlaşmalar ve ittifaklara ilişkin kararnameler çıkartabilirdi. Bu 500 üye, şehir devletini oluşturan kabilelerden rastgele seçilirdi. Atina; sınıf, aile seceresi ve coğrafya gibi unsurlar göze alınarak tasarlanmış 10 aşiret biriminde örgütlenmişti. Bu küçük konsüle ise her aşiret 50 üye verirdi.
Kleisthenes tarafından MÖ 508 yılında yeniden organize edilen aşiret sistemi, hizipçiliğin azalmasına ve Atina’da bütünleşmeye yardımcı oldu. Her aşiret daha önce birbirlerine rakip olan üç farklı bölgeden vatandaşlar ihtiva ediyordu. Bu bölgeler; ova, dağlar ve sahil kesimi idi. Kabilelerin üyeleri dini festivallerde savaşır, yarışır, kurbanlar sunar ve ziyafetler verirlerdi.

Amerikan sistemini Antik Yunan sistemine daha çok benzetmek

Ancak modern zamanda Antik Yunan demokrasisinin geleneklerini ve kurumlarını bağlılıkla taklit eden bir Amerikan siyasi sitemi pek çok açıdan tanınmaz hale gelirdi. Bilfarz bu sistem, senatörlerin ve kongre üyelerinin bir piyango gibi rastgele seçilmesini mümkün kılardı.Kabilelerin yeniden organizasyonu, yine bir örnekle anlatmak gerekirse, Appalaş kömür maden işletmelerinin; Newyork borsa acentaları, California teknoloji yöneticileri ve Montana sığır çiftlikleri ile birlikte aynı kabilede toplanabileceğinin fark edilmesi ile gerçekleşti. Tüm vatandaşlara açık olan referandumlar, iç hukukun ve dış politikanın belirlenmesinde önemli bir rol oynuyordu.
Ancak tabii ki bu sistem kadınları ve göçmenleri tamamen dışlamak, popülerliğini yitirmiş liderlerin sürülmesine izin vermek gibi, bugün demokratik olduğunu düşünemeyeceğimiz bir takım fikirlerin eyleme konulmasına imkan veriyordu.
Thomas Paine ve ABD’nin kuruluşuna fikirsel olarak liderlik eden diğer kurucu babalar, Antik Yunan dünyasına ve onun düşünsel öğretileri ile politik sistemlerine hayranlık beslemelerine karşın doğrudan demokrasinin bu denli radikal bir biçimde uygulanmasından korkmuşlardır. James Madison’un Federalist No. 55’te bahsettiği gibi, hangi niteliklerle meydana gelmiş olursa olsun, tüm meclislerde, tutku, asayı aklın elinden gasp etmekte asla başarısız olmaz.

Kaynak: National Geographic. Nick Romeo, 2016

İLKBAHAR YAKLAŞIRKEN BU YOLDA YÜRÜNÜR



HİTİT YOLU: GÜNEŞ KURSUNUN İZİNDE
        Hitit Yolu, Anadolu’nun zengin tarihi ve kültürel mirasını doğa severlerle buluşturuyor.        
Altın sarısı başakların rüzgarda dans ettiği tarlaların arasında ilerliyor aracımız. Boz tepelerin eteğindeki tarlalar, geometrik desenler oluşturarak ardı ardına sıralanıyor. Çorum Afet ve Acil Durum İl Müdürü Ömer Bey ‘Çok değil, daha iki ay öncesinde bel hizasına kadar gelen yemyeşil otlarla bezeliydi buralar’ diyor. Baharın müjdecisi gelincikler, papatyalar ve kır çiçekleri, yeşile kesmiş otlarla birlikte haziran sonuna dek mavi gökyüzünü kıskandırıyorlar Hititlerin yurdunda. Sapsarı gülümseyen ayçiçekleri, her daim güneşe doğru dönüyorlar yüzlerini. Ardından nohut, mercimek ve soğan hasadı zamanı geliyor. Mevsim güze döndüğünde ise kaynayan kazanlardan yükselen üzüm ve kuşburnu pekmezi kokusu siniyor köylere. Ağaçların yapraklarını dökmeye başladıkları eylül ayının sonunda 'şingavut' adı verilen yalaklarda üzümlerin ezilmesi, cevizlerin ve elmaların toplanması, domates salçası ile bulgur yapımı gibi işler bitirilerek kış hazırlıkları tamamlanıyor. Uzun kış gecelerinin ayazında, derin bir sessizliğe bürünüyor Çorum’un güney bölgesi.


Çorum Valisi Nurullah Çakır’ın hayata geçirdiği ‘Hitit Yolu Yürüyüş ve Bisiklet Parkurları’ projesinde çalışmak üzere yaklaşık iki aydır Çorum ilindeyim. 1964 yılında Avrupa Konseyi'nin kıtanın kendi kültürel mirasını daha iyi algılayabilmesi için başlattığı 'Avrupa Kültür Yolları' çalışması giderek yaygınlaşıyor. Santiago de Compostela, Viking, Kelt, Manastırlar, Barok, İpek Yolu gibi tematik yürüyüş rotaları, tarihsel, kültürel ve doğal güzellikleriyle bulundukları bölgelere oldukça fazla sayıda turist çekiyorlar. Sürdürülebilir ekoturizm anlayışının önemli mihenk taşlarından biri sayılan yürüyüş ve bisiklet rotaları, son yıllarda ülkemizde de artan bir hızla yayılıyor. Kate Clow’un gerçekleştirdiği Türkiye’nin işaretlenmiş ilk  uzun yürüyüş parkuru ünvanına sahip olan Likya Yolu’nun ardından, 'Kastamonu-İstiklal Yolu', 'Karabük-Yenice Ormanları' ve 'Doğadan Tarihe Eskipazar' rotaları oluşturuldu. Dönemin valisi Nurullah Çakır’ın projelendirdiği son üç rota, benim de içinde bulunduğum ekip tarafından uzun süreli bir çalışma sonucu hayata geçirildi.
'Hitit Yolu Yürüyüş ve Bisiklet Parkurları' için, Hititlerin başkenti olan ve aynı zamanda Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan Boğazköy-Hattuşa ören yeri ile bölgedeki diğer önemli Hitit yerleşimleri Alacahöyük ve Şapinuva'nın oluşturduğu üçgende çalışmaya başlıyoruz. Amacımız eski tarihi yollar ile doğal güzellikleri içeren bir yürüyüş güzergahı belirlemek. Hitit uygarlığı daha erken bir döneme tekabül ettiğinden, bölgede Ege ve Akdeniz’deki gibi taş döşeli antik yollar bulmak pek mümkün değil. Daha çok eski göç yolları ile kervan güzergahlarını soruşturarak işe başlıyoruz. Köylerdeki muhtarlar ve yaşlılar eski değirmen, pazar ve katır yollarını anlatıyor bize. Cılgaların (yerel ağızda hayvan yolu, patika) yok olduğunu aktarıyorlar. Son yıllarda artan göçten dolayı, Anadolu’nun birçok bölgesinde olduğu gibi, eski patikalar kullanılmadığı için kaybolmaya yüz tutmuş. Artık köylerde yıkık değirmenlere gitmeye gerek yok, yer sofrasında açılıp ocaklarda pişirilen ekmek bakkallardan temin ediliyor nasıl olsa. Katırlarla gidilen pazar yollarını yaban ağaççıkların dikenleri kaplamış. Asfaltın yapılmasıyla birlikte alışveriş için minibüslerle iniliyor merkeze. Göçten dolayı hayvancılık giderek yok oluyor ve bu nedenle patikalar bir bir kayboluyor. Eski yolların izlerini ararken, kültürel bir tarihin yok oluşuna da tanıklık ediyoruz.

Hattuşa

Ülkemizde Unesco Dünya Mirası listesine giren on üç yerden biri olan Hattuşa kentinin sur duvarları önündeyim. Eski çağlarda etrafı 6 kilometrelik surlarla çevrili ören yeri, Aşağı ve Yukarı Kent olarak ikiye ayrılıyor. Büyük Mabed, Kral Kapısı, Sfenksli Kapı, Aslanlı Kapı ve Yer Kapı’nın bulunduğu Hattuşa, uzun yıllar başkent olarak hizmet etmiş Hititlere. Kendilerini ‘Neşalılar’ olarak tanımlayan bu kavim, Anadolu’nun en eski uygarlıklarından biri. M.Ö. 1650-1450 yıllarında Eski Krallık ve M.Ö. 1450-1200 yıllarında İmparatorluk Devri olarak iki döneme ayrılan Hitit tarihi, çok sayıda kent yerleşimi, kaya kabartmaları ve diğer arkeolojik buluntularla günümüze ulaşan zengin bir birikime sahip. Hint-Avrupa kökenli bir topluluk olan Hititler, kil tabletlere yazılmış çivi ve hiyeroglif yazı kullanıyorlardı. Çok tanrılı bir din inanışına sahip Hitit panteonunun en önemli öğesi, fırtına tanrısı Teşup idi. Sanatta ileri boyutta eserler bırakan uygarlığın bir diğer özelliği de federatif bir yapıda olmasıydı. Yerli halklara uygulanan hassas denge politikası, şehir devletleri örgütlenmesinin ana temelini oluşturuyordu. İlkokul çağlarında Etiler olarak belleğimize kazınan bu uygarlığın tarihteki en belirgin imgesi, sembol kabul ettikleri Güneş Kursu’dur. M.Ö. 1274 yılında Mısır firavunu 2. Ramses ile Muvattalli arasında yapılan savaş sonucunda imzalanan tarihin ilk yazılı barış anlaşması Kadeş, antik çağın en önemli olaylarından biri kabul edilir. Günümüzde Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Çorum Müzesi'nde sergilenen zengin buluntular, Hitit uygarlığı hakkında detaylı bilgileri ulaştırıyor bize.
Yazılıkaya

Hattuşa-Şapinuva arasındaki tarihi yolun başlangıcı, kutsal Yazılıkaya Tapınağı'ndan geçiyor. Dev bir kaya kütlesine konumlanan iki farklı odada yer alan kaya kabartmaları, işçilikleriyle insanda hayranlık uyandırıyor gerçekten. Özellikle yeni yıl kutlama törenlerinin ve bahar aylarında bereket şenliklerinin yapıldığı kutsal mekanda, heybetli tanrı kabartmaları dikkat çekiyor. Ellerinde orak biçimli kılıçlarıyla on iki tanrı, Fırtına Tanrısı Teşup, Koruyucu Tanrı Şarruma, Kılıç Tanrısı Nergal ve Kral 4. Tuthaliya’nın kabartma figürleri, Hitit tarihinin görkemli günlerini yansıtıyor. Yazılıkaya’dan başlayan eski patika, yakın bir zamana kadar Yüksekyayla ve Küçükhırka köylüleri tarafından Boğazkale pazar yolu olarak kullanılıyormuş. Büyükhırka köyünden sonra rotamız, mağaraların yer aldığı dar bir vadiye giriyor. Alaca Baraj Gölü ve Kızıllı eski değirmen yolunun ardından Çatak, Soğucak ve Kızılhamza göletleriyle renkleniyor parkur. Sulama amacıyla yapılan göletler, Hitit yurdunu bozkırın ortasında yemyeşil bir vahaya dönüştürüyor. Seyrek de olsa meşe ormanlarının renklendirdiği bu coğrafyada tarlaların egemenliği hakim. Genelde nohut, mercimek, soğan ve şeker pancarı yetiştirilen tarlalarda hasat mevsimi yaz sonuna doğru. Kızılhamza’dan itibaren yeniden buluştuğumuz eski kervan yolu tarlalar arasında kayboluyor yer yer. Hitit Yolu, eski çağda yerleşim alanı olarak kullanılan mağaraların bulunduğu Delikkaya Boğazı ve Karahacip’in ardından, toplam 84 kilometre sonra Şapinuva arkeolojik alanına ulaşıyor.

Aygül ve Mustafa Süel hocaların yıllardır binbir emekle kazdığı Şapinuva sit alanı, Hitit krallığı için askeri ve dini bir merkez konumunda. Coğrafi ve siyasi yapısı itibariyle her daim önemini koruyan kentten çıkarılan dört bine yakın yazılı tablet, bilim adamlarınca bu gizemli uygarlığın tarihini aydınlatan önemli buluntular arasında sayılıyor. Ortaköy ilçesi yakınlarındaki tarihi mekan, Fırtına Tanrısı tapınakları, Kraliçe Sarayı ve pazar yerinin de bulunduğu büyük bir alana yayılıyor.
Kybele Kabartması

Şapinuva ören yerinin güneydoğusundan geçen tarihi kervan yolu, Amasya’ya kadar uzanıyor. Yer yer tarla ve bahçelerle ortadan kaybolan antik yolun 13. kilometresinde İncesu Kanyonu yer alıyor. Yozgat tarafında Kazankaya olarak anılan kanyon, Çekerek (Scylax) ırmağının yaklaşık 14 kilometrelik dar bir boğazda akmasıyla oluşuyor. Köylülerin ‘Uzun Geçit’ adını verdikleri İncesu Kanyonu'nun içinde, Anadolu yarımadasındaki en büyük Kybele kabartması bulunuyor. Yüzü ve bir bacağı kısmen tahrip edilmiş kabartma, İncesu köyüne 2 kilometre mesafede. Irmak kenarına konumlanan bu tarihi anıta ancak Ağustos-Eylül ayları arasında, diz boyuna kadar gelen ırmaktan tam on bir kez geçilerek ulaşılabiliyor. Zorlu ama bir o kadar da keyifli yürüyüş, olağanüstü kanyon manzaralarıyla süsleniyor. Kanyonun tepesinde eski bir yerleşimin kalıntıları ve içinde kaya merdivenlerin bulunduğu bir mağara yer alıyor. Yerel halk tarafından 'Kale' olarak anılan mağaraya, işaretlenmiş 4 kilometrelik bir patikayla ulaşabilmek mümkün.

Hitit Yolu parkurlarının bir diğer ayağı, kutsal Alacahöyük arkeolojik alanına ulaşıyor. Tunç ve Hitit çağlarından beri dini bir merkez olan ören yerinde kral mezarları, yapılar, sokaklar, su kanalları, şehir surları ve Sfenksli Kapı görülebilir. Şehrin hemen doğusunda yer alan Gölpınar su bendi, bilim adamlarınca Anadolu’nun ilk barajı sayılıyor. Hitit Yolu'nun Alacahöyük’ten başlayan alternatif güzergahlarından biri, çevresine Behramşah Külliyesi kalıntılarının yayıldığı dev kaya kütlesi Kalehisar’a götürüyor yolcularını. 40 kilometre uzaklıktaki Boğazkale’den bile görülebilen bu heybetli kale, birçok kavime ev sahipliği yapmış geçtiğimiz yüzyıllarda. Hitit Yolu'nun 32 kilometrelik Alacahöyük-Boğazkale etabı ise, eski göç yollarını takip ediyor. İmat-Tahirabat-Külah-Büyükgölpınar-Akçiçek-Emirler güzergahını izleyen rota, doğal güzelliklerin yanı sıra çeşitli höyük ve tümülüslerin eşliğinde devam ediyor başkent Hattuşa’ya dek. Eğer sonbaharda yürüyorsanız, hemen her köyde odun ateşindeki dev kazanlarda pekmez yapan köylü kadınlara rastlayabilirsiniz.
Alaca Çayı Vadisi

Hitit Yolu yürüyüş parkurlarının en güzel bölümlerinden birini Alaca Çayı Vadisi oluşturuyor. Tarihin birçok evresinde yurt edinilen bu vadi, altı noktada dar bir boğaza dönüşerek Cemilbey köyüne kadar uzanıyor. Vadinin başlangıç noktasına Geven köyü yakınlarındaki Gerdek Kaya Mezarı'ndan giriliyor. Kimi noktalarda yalçın tepeler arasında darlaşan kanyon sert bir coğrafya yaratıyor. Dere geçişleriyle yürünebilen rota üzerinde, kaya mezarları, eski mağara yerleşimleri, kaleler, Akçasoku ve Kabirkabil gibi terk edilmiş köyler görülebilir. Yürüyüş esnasında genişleyen dere yatağının kenarındaki meyve bahçelerinin nimetlerini sakın kaçırmayın.

Ülkemizin uluslararası normlarda işaretlenmiş uzun yürüyüş rotalarından biri olan Hitit Yolu, Anadolu’nun zengin tarihi ve kültürel mirasını doğaseverlerle buluşturuyor. 236 kilometre boyunca işaretlenen rota üzerindeki 17 parkur, alternatif güzergahlarla birlikte 385 kilometreye ulaşıyor. Dağ bisikleti parkurlarının toplam uzunluğu ise 406 kilometre civarında. Ülkemizdeki diğer benzeri yürüyüş rotaları gibi kırmızı-beyaz kılavuz çizgileri ve sarı-yeşil yön tabelalarıyla belirlenen Hitit Yolu’nun rehber kitabı, bu yıl sonunda yayımlanacak. Toplumun gözünde sıradanlaşan ya da yok olup gitmeye mahkum olan tarihi değerleri doğal güzelliklerle harmanlayan Hitit Yolu, bu alanda bir farkındalık yaratarak ülke ekonomisine katkı sağlamayı amaçlıyor.

Kaynak: ERSİN DEMİREL - Atlas Dergisi, Aralık 2010

Genel Bilgiler
Üzerinde farklı medeniyetlerin yaşadığı ve birbirleriyle etkileştiği Anadolu Yarımadası, insanlık tarihine damgasını vurmuş kültürel mozaiğin bir sentezidir. Döneminin ‘süper gücü’ kabul edilen Hititler, dünyanın ilk yazılı anayasası, toplum düzenini sağlayan zamanına göre ileri bir ceza yasası, dönemin korkunç silahı hafif savaş arabaları ve strateji uzmanı kralları, bin tanrılı pantheonu ve görkemli kentleriyle bu coğrafyada boy göstermiş önemli uygarlıklardan biri. Ülkemizde Unesco Dünya Mirası listesine giren on üç yerden biri olan Hattuşa antik kenti, Unesco Dünya Belleği’neadını yazdıran çivi yazılı tabletleri bize miras bırakan Hititlerin zengin birikimini yansıtan ayrıntıları ve huzurlu atmosferiyle Hitit Yolu, tarih, kültür ve doğa meraklıları için dünyanın o özel yerlerinden biri.

Rota Hakkında
1988 yılında milli park ilan edilen Boğazkale ilçesindeki Hitit kenti Hattuşa ve Alacahöyük kalıntılarını kapsayan 2634 hektarlık alan, Hitit Yolu’nun temel noktası. Hitit yurdunun önemli kentleri Hattuşa, Alacahöyük ve Şapinuva üçgenindeki tarihi güzergahlar kullanılarak oluşturulan Hitit Yolu Yürüyüş ve Bisiklet Parkurları çalışması, Çorum Valiliği tarafından 2010 yılı Ekim ayında tamamlandı. Eski kervan ve göç yollarından geçen 236 kilometre boyunca işaretlenen 17 yürüyüş parkuru, alternatif güzergahlarla birlikte toplam 385 kilometreye ulaşıyor. 
Konaklama
Çorum il merkezi ile Alacahöyük ve Boğazkale beldelerinde konaklama olanakları mevcut. Ayrıca İncesu köyünde bungalov tesisi bulunuyor. Bazı köy yerleşimlerinde aile pansiyonculuğu var. Çatak, Soğucak, Evci ve Kızılhamza göletleri kamp için uygun mekanlar.
Çorum 

  • Anitta Hotel (5*) : (0364) 2138515 (www.anittahotel.com) 
  • Dalgıçlar Otel (4*) : (0364) 2230909 (www.dalgiclarotel.com)
  • Çorum Büyük Hotel (3*) : (0364) 2246092 (www.corumbuyukotel.net)
  • Termal Penez Otel : (0364) 2277764
  • Real Residance Hotel : (0364) 2257333
  • Grand Park Otel : (0364) 2123044 
Boğazkale

  • Başkent Hotel : (0364) 4522037 (www.baskenthattusa.com)
  • Baykal Hotel : (0364) 4522013 (www.hotelbaykal.com)
  • Kale Hotel : (0364) 4522189
Sungurlu

  • Mavi Ocak Otel & Restaurant (3*) : (0364) 3130033 (www.maviocak.com.tr)
En İyi Sezon
Kış ayları dışında her mevsim yürüyüş açısından uygun.
Ulaşım
Çorum İstanbul iline 614 km., Ankara’ya 244 km., Merzifon Havalimanı’na ise 63 km.

uzaklıkta bulunuyor. Çorum-İstanbul ulaşımı Sungurlu-Kırıkkale-Ankara-Gerede-

Bolu-Düzce-İzmit karayolu üzerinden sağlanıyor. Ayrıca Çorum il merkezi Alaca'ya 52 km., 
Boğazkale'ye 87 km. ve Ortaköy ilçesine 57 km. mesafede yer alıyor.

  • Merzifon Havaalanı : (0358) 5351016
  • Çorum Otogar : (0364) 2136670
  • Ulusoy Turizm : (0364) 2254406 (www.ulusoyturizm.com.tr)  
  • Lider Turizm : (0364) 2250775 (www.liderturizm.com.tr)
  • Metro Turizm : (0364) 2254949 (www.metroturizm.com.tr)
En İyi Parkurlar
Hattuşa, Alacahöyük, Şapinuva ve Yazılıkaya gibi arkeolojik 
alanlardan geçen tüm rotalar
parkurun tarihi alanlarını oluşturuyor. İncesu Kanyonu, 
Alaca Vadisi ile Evci, Çatak,
Soğucak,Kızılhamza ve Kalecikkaya göletleri ise rotanın 
doğal güzelliklerle bezeli güzergahları.
7 Günlük Yürüyüş Önerisi
1. Gün : Hattuşa-Yazılıkaya-Büyükhırka (14 km)
             Büyükhırka’da köy evinde konaklama veya kamp
2. Gün : Büyükhırka- Evci (Alaca) Baraj Göleti (15 km)
             Gölet kenarında kamp
3. Gün : Evci (Alaca) Baraj Göleti-Alaca (7 km)
             Alaca’da otelde konaklama
4. Gün : Ünalan Köyü’ne transfer (dolmuş 6 km)
             Ünalan-Kızıllı-Çatak Göleti (14 km)
             Gölet kenarında kamp
5. Gün : Çatak Göleti-Kızılhamza Göleti (16 km)
             Gölet kenarında kamp
6. Gün : Kızılhamza Göleti-Şapinuva (14 km)
             Şapinuva'da kamp
7. Gün : Şapinuva-İncesu Kanyonu (13 km)
             İncesu'da konaklama
İletişim
Çorum Valiliği
Tel : 0364 213 84 18
http://www.corum.gov.tr
Hitit Yolu Web Sitesi : www.hitityolu.com
Hitit Yolu'nun yeni basılan rehber kitabını edinmek için; 
http://www.pandora.com.tr/urun/hitit-yolu/372113
Harita

Kaynak: ERSİN DEMİREL

WATERSTATION SU ARITMA TEKNOLOJİLERİ - 0850 532 0282