18 Şubat 2017

İNKALARIN ÜLKESİNE GİTMEYE NE DERSİNİZ?

Machu Pichu’ya Yürüyüş: PERU - Murat SELAM 

Yıllardır Dünyanın en ünlü tarihi miraslarından birisi olan Machu Pichu’nun resimlerine baktığımda ve Dünyaca ünlü vokalist Yma Sumac’ın şarkılarını dinlediğimde bu ülkeye yapacağım gezinin hayalini kurmuştum. Sonunda bu geziyi gerçekleştirmek üzere İspanya üzerinden Peru’ya gidecek bir tur’a dahil oldum.


Bolivya’ya elinizi kolunuzu sallamadan vize almadan gidebiliyorsunuz fakat Peru için ne yazık ki aynı şey söz konusu değil ve vize işlemleri de biraz zahmetli. Çünkü Peru’nun Türkiye’de konsolosluğu yok. Pasaportunuzu ve gerekli evrakları İtalya’ya göndermek zorundasınız. Pasaportun gönderilmesi ve vize dahil yaklaşık 100 Euro’ya mal oluyor vize almak. Bizlere Vize uygulamalarının nedeni ise, 1941 yılında Ekvator  ile aralarında yaşanan ve savaşa dönüşen tansiyon sırasında o dönemdeki hükümetim Ekvator’a askeri yardım ve eğitimde bulunması imiş. Bununla birlikte Peru için sarı humma aşısı yaptırmanın bir zorunluluk olduğu söylenmesine rağmen sınır kapısında bu tür bir kontrolle karşılaşmadığımızı da belirteyim. Her ihtimale karşı bu aşı ile birlikte tetanos ve Hepatit-B aşılarının da yaptırılmış olması ve bunların aşı kartlarına işlenmesi öneriliyor.

Peru’nun tropik kuşağın üzerinde çorak bir çölün okyanusla birleştiği bir yerinde kurulmuş başkenti Lima’ya on bir saatlik uzun bir uçak yolculuğu ile ulaşıyoruz. Yerel saat Türkiye’den 7 saat geride. Yağışsız olması sebebiyle yüksek sezon olarak kabul edilen Temmuz-Ekim arası uçaklarda yer bulmanın güçlüğünü göz önüne alarak uçak biletlerinin erkenden alınmasında fayda var.

Pasifik Okyanusu kıyısında kurulu olan Lima’nın farklı bir iklimi var. Ne çöl iklimi ne de tropikal, ılıman ve yağışlı bir iklim. Hatta Lima’da yaşayanların tüm yıl boyunca neredeyse hiç yağmur görmediği de söyleniyor. Şehrin serin sabahlarında ise özellikle Haziran ve Aralık arasında olmak üzere yıl boyunca, gökyüzünün maviliğini engelleyen puslu bir hava var.


Lima, çoğu turizm rehberleri ve web sitelerinde turistler için pek de güvenli bir şehir olarak belirtilmiyor. Buna karşın otelimizin yer aldığı ve Turistler için göreceli güvenli bölümlerinden olan Miraflores semti, Lima’nın kalburüstü kesiminin yaşadığı, parkları, sinema ve tiyatro salonları, sanat galerileri, Peru mutfağının ve meşhur yerel içkisi Pisco’nun sunulduğu restoran, cafe-bar ve mağazalarıyla hareketli bir merkez. Peru`nun en ünlü alkollü içkisi Pisco bir brendi olup, Pisco Sour ve Perú Libre gibi kokteyllerin ana malzemesidir.

Bu Semt Pasifik Okyanusunun çakıl plajlarından birdenbire yükselen Chorrillos uçurumlarının hemen üzerindeki görüntüsüyle bana falezlerin üzerindeki Antalya’yı anımsatmadı değil ama şunu da belirtmekte fayda var deniz Antalya’da çok ama çok daha güzel. Buradaki kafelerin birinde oturup Peru’nun popüler içkisi Pisco Sour ile okyanus manzarasının keyfini çıkarabilirsiniz. Peru mutfağı da oldukça zengin. İlk gece taze çiğ balık veya deniz ürünlerinden, limon suyu ve soğan ile marine edilerek yapılan geleneksel Ceviche yemeğini tatma imkanımız oluyor. Peru’ya gidilirse Ceviche ve Pisco’nun tadına bakmadan dönülmemeli.


Bundan sonraki durağımız eski İnka Medeniyeti'nin başkenti olan Cuzco Şehri olacak. Gezinin kalan kısmı oldukça yüksek yerleşim alanlarından geçiyor. O yüzden bu ülkeyi ziyaret etmeyi düşünenlerin yüksek irtifalara alışkın olması büyük bir rahatlık sağlar. Uçakla direk olarak 3300 mt yükseklikte olan Cusco’ ya gelenlerin havaalanında düşüp bayıldıkları hikayelerini düşündüğümüzde gezinin ilk durağının başkent “Lima” seçilmesi yerinde bir karar oldu. Cusco’ya uçarken biletinizi sol tarafta cam kenarından almaya özen gösterin. And dağlarının büyüleyici manzarasını yolculuk boyunca izleme şansınız var.

Uçağımız Lima’dan kalktıktan yaklaşık bir buçuk saat sonra, büyüleyici And Dağları manzarası arasında İnka’ların İmparatorluk şehri Cuzco’nun And Alejandro Velasco Astete Havalimanına indi. Havaalanında geleneksel giysileri ile geleneksel müziği icra eden bir topluluk bizi karşıladı. Müzik Peru kültürünün önemli bir parçası. Quena (And flütü olarak da adlandırılır), Panflüt (Zampoña veya Sicu), Cajón ve klasik gitar en yaygın enstrümanlar. Peru'nun en ünlü parçası "El Condor Pasa" bir Daniel Alomía Robles bestesi olup, aralarında Simon and Garfunkel'ınkinin de bulunduğu çok sayıda topluluk tarafından yorumlanmış ve dünya çapında sevilmiştir. Bizi karşılayan topluluk da bu ünlü parçayı çalıyordu.


Cuzco’nun denizden yüksekliği 3,300 metre ve nüfusu da yaklaşık 350 bin civarında. Yılda 1 Milyondan fazla turistin ziyaret ettiği bu şehir 1983’den beri UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesinde. Tüm dünyadan gezginleri kendisine çeken Cuzco’nun en önemli özelliği, İnka Uygarlığının İmparatorluk şehri olmasının ötesinde, kayıp şehir Machu Picchu’ya giden tek yolun buradan geçiyor olması. Hemen şehir merkezine geçip otelimize yerleşiyor ve bu tarihi kenti gezmeye başlıyoruz. İnka mitolojisinde “Güneşin Kutsal Kenti” olarak geçer ve İnka medeniyetinin doğduğu yer olarak kabul edilir. İnka mitolojisine göre Tanrıların çocukları olarak kabul edilen ilk İnka İmparatoru Manco Capac ve eşi Titicaca Gölü’ndeki iki ada da yeryüzüne indikten sonra, And Dağları arasındaki bu yere gelerek bu medeniyeti kurmuşlardır.

Ufak bir tur yapmadan önce otelimize yerleşiyoruz ve Koka Çayı ile ilk kez burada tanışıyoruz. Peru'nun Cusco gibi iç kesimlerinde yükseklik arttığı için ilk anlarda mümkün olduğunca yavaş hareket edilmeli, fazla yemek yememeli ve bol sıvı tüketilmelidir. Koka Ağacı uyuşturucu yapımında kullanıldığı için illegal ekonominin en önemli öğesidir. Bu bitkinin yaprakları başta yerli halka zevk ve tamamlayıcı besin olarak hizmet eder. Zira bu bitkinin çiğnenmesi açlık, yorgunluk, soğuk ve yükseklik hastalığı duygularını bastırır. Bizler de özellikle yüksek kesimlerde yükseklik hastalığını engellemek için sinir ve sindirim sistemini de düzenleyen en iyi ilaç olarak kabul edilen koka çayını her bulduğumuzda bol bol içiyoruz.

Kentin meydanına doğru ilerlerken hoş bir sürprizle karşılaşıyoruz. Kendimizi bir festivalin ortasında buluyoruz.  


Bugün kültürel yapının geniş alanında, İspanyol işgalcilerin getirmiş olduğu kültürün ve onların temsil ettiği dinin izleri vardır. İspanyol işgalinin temel noktası ülkenin başta altın ve bakır olmak üzere zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmasıdır. Bu efsanevi başkent bir zamanlar Ekvator’dan Şili’ye kadar uzanan ve yaklaşık 5500 km’lik bir uzunluğa sahip İnka ülkesini saran yolların merkezinde yer alırdı. Bu büyük imparatorluğun gücünü sağlayan yol sisteminin birçok köprü, tünel ve taş döşeli etaplarla desteklenen ve yaklaşık 40.000 kilometreyi bulan bir ağdan oluştuğu bilinmektedir. Dört gün süreyle bu tarihi yolda yürüyecek olmamızın verdiği heyecanla Cusco şehrinden tekrar dönmek üzere ayrılıyoruz. Hedefimiz, “İnka Yolu” yürüyüşümüzün de başlangıç noktasına çok yakın olan Ollantaytambo Kasabası. Günün sonunda tipik bir Quecuha yerleşkesi olan Ollantaytambo’ya varıyoruz. Pakaritampu isminde son derece sevimli ve temiz bir otele yerleşiyoruz. Yemekte sunulan tatlının aynen bizdeki sütlaç tatlısına benzerliği bizi şaşırtıyor.


Bu kasaba geleneksel yaşamın en özgün örneklerini ve geleneksel İnka mimarisini görebileceğiniz özel bir yer. Artık kutsal Urubamba Vadisi'ndeyiz. Peru nüfusunun yüzde 45'i Kızılderili kökenlidir. Bunlar ağırlıklı olarak Quechua (% 40) ve Aymará (% 5) konuşan halklara aittir. % 37 melez olan halkın, % 15 kadarı Avrupa kökenli, geri kalan % 3 ise kısmen Afrika kısmen ise Asya kökenlidir. Ollantaytambo Quechua kökenli halkın yoğun yaşadığı bir yerleşim alanı.
                    




Dört günlük meşhur İnka Yolu yürüyüşünden sonra, dünyanın en ünlü tarihi miraslarından birisi olan Machu Pichu’ya gün doğumunda, henüz kimseler yokken, güneş kapısından tıpkı uzaklardan gelmiş bir eski zaman gezgini gibi girmeyi hayal edin. Bu heyecanla sabah erkenden yola koyuluyoruz. Aracımız grubumuzu otelimizden alarak ve Cusco Machu Pichu yolu üzerinde demiryolu ve Vilcanota nehri kıyısında yer alan küçük bir yerleşim olan Piskacuchu’ ya (2700 m) götürüyor. 


Vilcanota Nehri'nin karşı kıyısına rüzgardan deli gibi sallanan bir asma köprüden geçip yukarıya doğru çıkan patikayı takip ederek ünlü İnka yürüyüşüne başlıyoruz.


Küçük bir köy olan Miskay’ı geçtikten sonra, İnka kalıntılarının olduğu Huillca Raccay Tepeliği'ne ulaşıyoruz. Burada Peru`da diğer sevilen içkilerden ve mısırdan yapılan çok az alkollü Chicha ve Chicha Morada ile bu içeceği satan Peru’lular ile tanışıyoruz. "Chica Morada" geleneksel bir Peru içeceği ve kırmızı taneli mısırdan yapılıyor.


Yürüyüşümüze Urubamba Dağları’nın ve karla kaplı tepesiyle Veronica Dağı’nın (5860m) büyüleyici manzarası eşlik ediyor. Bir zamanlar Machu Pichu’ya İnkaların temel besin maddesi olan mısırı sağlayan bir tarım yerleşkesi olan Llactapata’ya (2750 m) ulaşıyoruz. Llactapata Quechua dilinde "yukarı köy" anlamına gelir ve ilk kez 1911’de Machu Pichu’nun kaşifi Hiram Bingham tarafından keşfedilmiştir. Tepeden izlediğimiz ve Kusichaca Vadisi'ne bakan bu yerleşim yeri bir zamanlar 100 den fazla bina, askerler ve işçiler için evler ve barınaklar ile 7 adet hamama sahipmiş.

Irmağın sol yakasındaki 7 km lik bir etabı geçip Wayllabamba Köyü'ne (3000m)varıyoruz. Yerel dil olan Quechua dilinde Wayllabamba "Otlak" anlamına gelir. Burası yürüyüş boyunca atıştırmalık yiyecek ve içecek alabileceğimiz son nokta. Kamp alanına ulaşıp kendimizi çadırlarımıza atıyor ve günün yorgunluğunu muhteşem gökyüzünü seyrederek atmaya çalışıyoruz.
Sabah erkenden kalkıyoruz ve İnka yolundaki ilk kahvaltımızın ardından Wayllabamba’yı ardımızda bırakıp yola çıkıyoruz.


İnka yolunun en zor etabı bizi bekliyor. Aşmamız gereken 3700 ve 4200 metre yükseklikte iki geçit var. 4 saatlik dik ağaçlık alandaki yürüyüş bizi ağaç ve çayırların sınır çizgisi olan Llulluchapampa’ya (3680 m) ulaştıracak. Ardından, 2 saat daha yürüyerek yolun ilk ve en yüksek geçidine Abra de Huarmihuanusca (4200m) ulaşıyoruz. Yerel dilde neden ‘Ölü Kadın Geçidi’ denildiğini de geçiş sırasında anlıyoruz. Tüm yolun bu en zorlu sayılan bölümünü geçince oldukça dik ama rahat bir patikayı takip ederek alçalmaya başlıyoruz. Patika tamamen İnkalar tarafından taş döşenerek yapılmış bir yol aslında.





















İnka Yolu’nun bu inanılmaz taş işçiliğine şaşırmamak mümkün değil. Bu yolun büyük bir kısmı hala orijinal halini koruyarak günümüze ulaşmış. Vadinin sol yanından ilerleyerek vadi yatağına ve aynı zamanda 2. gecemizi geçireceğimiz 3600m yükseklikteki Pacamayo kampına ulaşıyoruz.
Ertesi gün, yürüyüşümüzün en uzun ama aynı zamanda en etkileyici günü. Yolumuz üzerinde birçok İnka kalıntısı görerek ve bu yerleri ziyaret ederek ilerledik. İlk önce yaklaşık bir saatlik bir mesafedeki dairesel bir dizilime sahip, 3800 metredeki, Runkuracay Kalıntıları'na ulaşıp, ayaklarımızın altında uzanıp giden Pacamayo Vadisi'ni ve karşımızda görünen “Ölü Kadın Geçidi’ni” seyrettik.

  




























Ardından 1 saatlik bir yürüyüşle 4000 metredeki Abra de Runkuracay isimli ikinci bir
geçide ulaşıyoruz. Yürüyüşün bundan sonraki kısmı yer yer güzel manzaralarla dik
uçurumlara bakan bentlerden geçer. Taş yola varmak, ikinci geçitten sonraki 1 saatlik
yürüyüş mesafesinde, harika taş işçiliği ile yapılmış basamakları bizi 3624m yüksekteki "ulaşılamayan şehir" anlamındaki Sayacmarca’ya ulaştırıyor. Karşılaşacağımız kalıntıların konumunu bu ismin anlamını anlatmaya kolayca yeter. Gerçek amacı günümüzde bilinmeyen bu kalıntıların üç tarafındaki keskin yamaçların oluşturduğu doğal engel etkileyici.
Buradan sonra, sarkan yosunların, ağaçların ve çiçeklerin arasından kayaya oyulmuş bir İnka tüneline var
ıyoruz.







Ardından patikamız bizi 3700 metredeki 3. geçide ulaştırıyor. Bu geçitte bizi yolculuğumuzun en görkemli manzaralarından birisi bekliyor olacak. Başta Veronica Dağı ve buzullarla kaplı Salkantay Dağı’nın da olmak üzere beyaz takkeli yüce dağlardan oluşan harika manzaraları izliyoruz.
Son geçidin birkaç dakika ötesi ise görülebilecek en etkileyici İnka kalıntılarının olduğu yer, Phuyupatamarca bizi bekliyor. Adı “bulutlardaki şehir” anlamına geliyor.



Hayatımda hiç bu kadar merdiven ineceğimi sanmazdım. Dizleri fazla yormamak için dikkatli bir şekilde binden fazla İnka basamağını inerek bu alandan ayrılıyoruz.






















İki saatlik bir yürüyüş ardından Winay Wayna’ya ulaşıyoruz. Burada çevredeki böcek ve kelebeklerin sergilendiği bir müzeyi tüm yorgunluğumuza karşı geziyoruz.


Burası Machu Pichu’dan önceki son konaklama yerimiz. Restoran, içecekler hatta soğuk bira,sıcak duş ve tuvalet olanağı gibi özlenen lüksler olsa da hijyen konusunda ciddi sıkıntıların olduğu bir yer.
Bu dağ evinin güney ucundan devam eden kısa patikayla Winay Wayna kalıntılarına ulaşılıyor. "Hep genç" manasına gelen ismini burada açan pembe orkidelerden almış bir Inka kalıntısı burası. Kalıntılar etkileyici yerlere konumlandırılmış muhteşem tarım teraslarını içeriyor. Ayrıca işçiliğine hayran bırakan taş binalar ve 10 kadar banyo içeriyor.





Buranın Machu Pichu yolundaki hacılar için son arınma temizlenme amaçlı dini bir yer olduğu düşünülüyor. Ertesi gün Machu Pichu’yu görecek olmamızın verdiği heyecanla çadırlarımıza çekiliyoruz.
Çok erkenden gün doğmadan kalkıyoruz. Gün doğmadan Machu Pichu’ya doğru yola koyuluyoruz. İnka Yolu ile gelip Machu Pichu’yu görmek için yola koyulmuş yüzlerce hatta binlerce kişiyi kontrol noktasında sıra beklerken görünce şaşırmaktan kendimi alamıyorum. Uzun bir beklemeden sonra sonunda kontrol kapısına yaklaşıyoruz.


Günün ilk ışıkları altında bulutların arasında yükselen görkemli Machu Pichu’yu izlemek heyecanı ile her ülkeden insanların oluşturduğu turist grupları arasında maratona benzer bir tempoyla "Güneş Kapısı" olarak adlandırılan İnti Punku Geçidi'ne çıkan 50 basamaklı merdivene ulaşıyoruz. 


Bu kutsal kapıdan son ana kadar görülemeyen ve vadi içerisine çok güzel saklanmış olan Machu Pichu tüm görkemi ile karşımıza çıkıyor. Hava kapalı da olsa bulutlar biraz yükselene kadar Güneş kapısında vakit geçiriyoruz.


Buradan Machu Pichu’ya kadar olan son yürüyüş etabı yaklaşık 45-50 dakika sürüyor. Birçok insanın rüyalarını süsleyen bu antik kentin seyir noktasına vardığınızda manzaranın tadını çıkarmak ve fotoğraf çekmek için bolca zaman ayırıyoruz. 



Şehrin, İnka İmparatoru Pachacutec Yupanqui tarafından 1450 yılları civarında inşa ettirildiği sanılmaktadır. Pisarro öncülüğündeki İspanyol istilacılar 1500’lü yıllarda “Eldorado” adını verdikleri altın şehir efsanesinin peşinde, bu bölgeyi ele geçirmeye çalışırken, sık dağlar arasındaki kayalık bir sırttaki sıra dışı konumu sayesinde saklanmayı başaran bu şehir yüzyıllarca fark edilmemeyi başarmış.
1911 Yılında bu bölgede "Vilcabamba" adlı başka bir antik şehri arayan Amerikalı bir arkeolog, bir yerli çocuğun yardımıyla tesadüfen bu şehri buluyor. Keşfedilene kadar el değmemiş halde kaldığı için çok iyi korunmuş durumda olan Machu Pichu karmaşık bir merdiven sistemiyle birbirine bağlanan taş yapılardan oluşuyor.


Şehrin içindeki temel ulaşımı sağlayan ve binaları birbirine bağlayan 3000 basamak bugün hala gayet iyi durumda.
Geleneksel bir şehirden daha çok özel bir amaç için inşa edildiği düşünülen bu kentin kuruluş amacı günümüzde hala tam olarak açıklanamamaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi kurulduğu yıllardaki adını bile bilmemize olanak tanımayan son derece iyi gizlenmiş bir geçmişi olmasıdır. Hakkında birçok sav öne sürülmekle birlikte hiç birisi kanıtlanamamıştır. Günümüzdeki adını eteğinde yer aldığı, Quechua dilinde “Eski Zirve” anlamına gelen 2.360m yüksekliğindeki dağdan almaktadır.


Machu Picchu'nun yüze benzeyen dağının burun gibi görülen ve adı Wayna Pichu olan zirvesinde aynı isimde bir antik kent daha var. Genç Zirve anlamına gelen Wayna Picchu'ya tırmanmak için erken davranmak gerekiyor. Wayna Picchu giriş kapısında sıraya giriyoruz.


Emniyet açısından sınırlı sayıda yürüyüşçüye izin verildiği için giren-çıkan kişi sayısı bir dengede tutulmaya çalışılıyor. 250 metrelik çelik halat destekli ve taş merdiven basamaklı bir tırmanış ile 1.5 saatte zirveye ulaşıyoruz. 

Machu Picchu’nun farklı ve ilginç fotoğraflarını çekerek tekrar geldiğimiz yoldan dönüyoruz.
Hala gizemini koruyan Machu Picchu’nun büyüleyici atmosferinin etkisiyle bu antik kente  kara ve demiryolu ile de ulaşılabilen Aguas Calientes’e Cusco’ya dönmek üzere gidiyoruz.


Kaynak: Yazı ve Fotoğraflar - MURAT SELAM




MURAT SELAM KİMDİR?


1962 Yılında Almanya'da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Mezunu. Bilgi Teknolojileri alanında 30 yıldan fazladır görev yapıyor.
Seyahat etmek ve fotoğraf yaşamının ayrılmaz bir parçası. Çocukluk yıllarında Babasının kurduğu karanlık oda ile başlayan fotoğraf tutkusu, AFSAD'da aldığı eğitimler ve kişisel çalışmaları ile devam ediyor. Çektiği fotoğraflarda anlatımının yanısıra kompozisyon ve estetik ögelere de önem veriyor.
İçindeki amatör fotoğrafsever ruhunun hep canlı kalmasını dileyen Murat Selam, otuzdan fazla ülke gezdi. Yurt içindeki dağcılık serüvenine Kilimanjaro ve Himalayalar'da Kallapatar dağlarınıda ekledi. Kendisini daha çok bir "doğa ve belgesel fotoğrafçısı" olarak görüyor.
En beğendiği fotoğraf sanatçıları arasında Ansel Adams, Othmar Pferschy, Josef Koudelka, Nuri Bilge Ceylan ve Ersin Alok ilk aklına gelenler.
Seyahatlere çıkmadan gezilecek ve görülecek yerleri planlamayı, gezdiği ülkenin yerel damak tadına eşlik etmeyi seviyor. Gittiği her ülkeden üzerinde posta pulu olan kartlar gönderiyor kendine, hatıra olarak...

Dünyada gezip gördüğü bölgeler arasında en etkilendiği yerin kendi ülkesi Türkiye olduğunu belirten Murat Selam, "Tarihin, doğanın ve kültürün bu kadar güzel harmanlandığı başka bir ülke yok. Lütfen sahip çıkalım bütün bu doğal, arkeolojik ve kültürel güzelliklerimize." hatırlatmasında bulunuyor.
Doğa dostu Selam, hayat ve fotoğrafçılık felsefesini şu Kızılderili atasözü ile özetliyor; "Son ağaç kesilip, son nehir kirletilip, son balık da tutulduktan sonra insanlar paranın yenmediğini anlayacaktır."

HEM ORADA YAŞA, HEM DE PARA KAZAN ..

İnsanların Orada Yaşamaları İçin Para Veren Ülkeler Ve Şehirler

Dünya genelinde sakinlerine orada yaşamaları için para veren bazı şehirlerin var olduğu kulağa biraz ütopik, biraz da şaka gibi gelebilir.

Ancak, şaka değil. İnsanları oralarda yaşamaya ve çalışmaya teşvik etmek için çok cazip meblağlarda para veren bazı şehirler var. Aşağıda bunlardan 7 tanesini bulabilirsiniz:

Detroit, Michigan, ABD













‘Batı’nın Paris’i’, ‘ABD’nin otomobil başkenti’. Bunlar şu günlerde neredeyse boş olan Detroit’in 20.yüzyılın ikinci yarısında kaybettiği unvanlar. Fakat şehir, günümüzde eski günlerdeki ihtişamını yeniden canlandırmaya çalışıyor. Hükümet, bu amaçlar "Challenge Detroit" ismini verdiği bir program başlattı. Bu program kapsamında belli endüstriyel alanlarda profesyonel olan ve şehirde yaşayıp çalışmak isteyen kişilere 2,500 dolar veriliyor.

Alaska, ABD











Kışı, kar manzaralarını ve sakin bir hayatı seviyorsanız, Alaska’da yaşam, sizin için çok zevkli olabilir. Hükümet burada, nüfusun düşüşte olduğu bölgelerde yaşamak isteyen profesyonellere özel bir fon sağlıyor. Bunun için şart koşulan tek şey, en az bir yıl Alaska’da ikamet etmek.

Saskatchewan, Kanada















Kanada’nın bu bölgesi, yakın zamanda mezun olan (2010’dan sonra) ve kariyerlerini ne yönde şekillendireceklerine henüz karar vermemiş olan kalifiye kişilere güzel bir fırsat tanıyor. Bu bölgede 7 yıl çalışmaları karşılığında insanlara toplamda 20,000 Kanada doları ödeniyor.

Niagara Şelaleleri, New York, ABD



Kulağa gerçek olamayacak kadar güzel gelen bu seçenekte ise dünyanın en güzel ve en nefes kesici yerlerinden birinde yaşamak için para alıyorsunuz. Hükümet, şelalenin yakınında yer alan işlerde çalışmaları durumunda üniversite mezunlarına iki yıl için 7,000 dolar veriyor.

Ponga, Asturias, İspanya











İspanya’nın kuzeydoğusunda yer alan bu muhteşem köy, ülkenin en eski yerleşim yerlerinden biri. Genç yerleşimcileri cezbetmek ve yerel ekonomiyi güçlendirmek isteyen hükümet, buraya taşınan her çifte 3,000 Euro veriyor. Ayrıca çiftlerin orada yaşarken sahip oldukları her çocuğa da 3,000 Euro veriliyor. Temiz bir çevreye sahip olan bu inanılmaz güzellikteki yerde yaşamak için oldukça iyi bir fırsat olduğu söylenebilir.

Utrecht, Hollanda












Hollanda, dünya genelinde sosyal ve beşeri bilimlerdeki derin uzmanlığıyla bilinen bir ülke. Ve şu sıralar yürüttükleri bir deneyin araştırma sorusu şehirde yaşayan insanlara 1,000 dolar verilirse ne gibi sonuçları olacağı. Sorunun cevabını bulmak ve bilime katkı sağlamak için Utrecht’e taşınmayı düşünebilirsiniz.

Curtis, Nebraska, ABD















Herkes hayatında en az bir kere de olsa yerel yönetimlerin, yaşadıkları şehir için yeterince hizmet sağlamadığından yakınmıştır. Nebraska’nın küçük Curtis kasabasında buna bir çözüm sunuluyor: Yerel altyapıyı ve kültürü geliştirmek için otoritelere bir fikir sunarak orada bedava bir yerleşim alanı edinebiliyorsunuz.



kaynak: http://www.yesilperim.org







17 Şubat 2017

NEDEN KANSER OLUYORUZ?











Hayatında hep şeker oldu. Çayı, kahveyi şekersiz içmedin. Kahvaltıya reçelsiz ve krem çikolatasız oturmadın. Beyaz pirinç ve ekmeğin şeker olduğunu unuttun. İçinde yüksek oranda fruktoz bulunan meyveleri kiloyla yedin. İçinde glukoz ve aspartam olan ürünler tükettin. Kolanın ve gazlı içeceklerin şeker ve zehir karışımı olduğunu bile bile içtin. Önce insülin direncin başladı sonra şeker hastası oldun, 150 kilo oldun ama durmadın.
Palm yağı, ayçiçek yağı, mısır özü yağı, margarin ve trans yağ içeren ürünleri kullandın. Tereyağı ve zeytinyağı tüketmedin ki organlarından biri iflas edene kadar bunları yedin.
Paketlenmiş hazır sıvı ve katı tüm ürünlerdeki koruyucu kimyasalların seni kanser edeceğini önemsemedin. Salçanı, makarnanı, turşunu hatta, limonu sıkıp limon suyunu bile kendin yapmadın. Hazır almak kolayına geldi. Pazardan nohutunu, fasülyeni bile almadın, bunları konserve satın almak yemek basitti.
İnsanlar 4000 yıldır misvak vb. doğal malzemelerle diş fırçalarken sen gittin 35 açılı sentetik diş fırçasını ağzına soktun. 
O da yetmedi; bildiğimiz çamaşır deterjanının şeker ve naneyle karıştırılmış şekli olan diş macunu ile hayat boyu diş fırçaladın ve bunun bir kısmını yuttuğunu göz ardı ettin. Bal ve karbonatın dişlerini tartarlardan bile temizlediğini bilmedin ve dişleri de o macunlarla çürüttün.
Çamaşır deterjanının ve yumuşatıcının vücut ısısı ile deri tarafından emildiğini ve deri kanserinin en büyük nedeni olduğunu umursamadın. Çamaşırlarını boraks ve karbonat karışımı ile yıkayıp yumuşatıcı gözüne elma sirkesi koyarak muhteşem bir temizlik elde edeceğini umursamadın.
Bulaşık makinesine deterjan ve parlatıcı koyduğunda, o deterjanı ve parlatıcıyı yediğini fark etmedin. 
Deterjan yerine karbonat, parlatıcı yerine sirke koyarak hem sağlıklı hem de tertemiz bulaşıkların olacağını önemsemedin.
Evde basitçe kostik ve zeytin yağını karıştırıp kalıplara dökmek ve kendi doğal sabununu yapmak dururken, gidip içerisinde bin tane kimyasal zehir olan o sabunlarla her sabah yüzünü bedenini yıkadın. Her gün bu daha da iyi diye pazarlanan o şampuan zehirleriyle saçını yıkadın.
Evini arap sabunu gibi doğal yağlarla üretilmiş bir sabun yerine, temiz olsun diye çamaşır suyuyla sildin. O su buharlaştıkça soludun ve akciğer kanseri oldun.
Karıncaları, böcekleri, sinekleri; limon karbonat fesleğen acı biber vb doğal yollarla evinden uzak tutmadın. Bastın böcek zehrini, o ağır kimyasalları temizlesen bile gitmez bunu unuttun. Soludun ve eşyaların üzerinden ellerinle ağzına soktun. (O kadar kandırıldın ki, böcek zehrine neden böcek ilacı dendiğini bile sormadın.)
Yaşamını mahveden büyük şehirde egzoz gazı solumaya ve araba kullanmaya devam ettin.
Resmen radyoaktif olan cep telefonunu kulağına 2 saat yapıştırdın. Radyoaktif olan wi-fi (kablosuz ağ) vericisini evin içine soktun, radyoaktif olan alıcı bilgisayarı da kucağından indirmedin. Yatarken cep telefonunu hep başucunda tuttun ama uçak moduna almayı aķıl etmedin.
Hem çocuğunun odasına hem de kendi yatak odana gece lambası koydun ve geceleri açık tuttun. Bağışıklık sisteminin gelişmesini ve kanserden korunmayı sağlayan melatonin hormonunun gece uyurken zifiri karanlıkta üretildiğini hiç duymadın ya da duydun ama boşverdin.
Doğal beslenmeyen hayvanları, sebzeleri, meyveleri ve tahılları yedin ve adına da “doğal beslenme” dedin.
Üzerinde “organik” yazan her gıdayı gerçekten organik sandın bunlara normalden fazla para bile ödedin ama bir gıdanın gerçekten organik sayılabilmesi için gerekli standartlar nelerdir ve aldığın organik(!) ürün gerçekten de organik midir hiç merak edip araştırmadın incelemedin.
Yiyeceklerini cam ve toprak kaplarda saklamak ve pişirmek yerine çelik ve bilmediğin kaplamalarla kaplı kaplarda pişirdin yedin. En önemlisi de mutfağının her yerine plastik, teflon ve alüminyum soktun ve çizildikçe onları da yediğini unuttun.
Denize lağım ve fabrika atıkları boşaltırken o denizden çıkan balığı yedin, midyeleri yedin.
Fast food’un her aşamasının zehir ve ölümcül olduğu bas bas bağırılırken sen tepsi kadar pizzaları götürüyordun, üç katlı hamburgerleri yuvarlıyordun.
Evine naylon torba, naylon kıyafet, sentetik ayakkabılar terlikler soktun. Kıyafetlerinde sadece pamuk, bambu lifi, keten tercih etmedin.
Sobayı attın ve evine klimayı ve bilimum elektrikli ısıtıcıyı soktun.
Toprağa dokunmuyor ve stresten gülümsemeyi unutuyorsun.
Sonuç; sokaktaki her on kişiden üçü kanser. 
Sen de ya bu üç kişiden birisin ya da tüm bu saydıklarımı ısrarla yapmaya devam edersen, bir süre sonra dördüncüsü de sen olacaksın… 
Hadi seni geçtik de kardeşim, peki ya çocuğunun suçu ne?”

Kaynak: www.biliyormuydun.com

16 Şubat 2017

KUYU'NUN KURTULUŞ ÖYKÜSÜ - Orhan KURAL














Size Kuyu’nun kurtuluş hikayesini özetlemek istiyorum!

Kızım Nil Kural, Berlin Film Festival’in den beni arayarak “Baba 9 gündür köpeği kurtaramıyorlar ancak sen bir şey yapabilirsin.” Dedi. Bunun üzerine “TTK”yı aradım. TTK (Türkiye Taş Kömürü Kurumu) bütün Türkiye’ye tahlisiye eğitimi veriyor. Özelikle Soma’da ve Ermenek’te çok başarılı oldular. Hatta Dünya çapında birçok ilke imza attılar.
Yarın bu kurtarma operasyonu ile ülkem adına Guiness’e müracaat edeceğim! 

Bunun üzerine TTK Tahlisiye ekibinin başkanı Faik Ahmet’i aradım. Ancak Enerji Bakanlığı’ndan izin almadan bunun mümkün olamayacağını söylediler. Bahreyn’de bulunan Enerji Bakanımız Berat Albayrak’ı arayınca gerekli talimat kısa zamanda TTK’ya verildi. Bunun üzerine TTK’da yetkili arkadaşlar (Bir mühendis üç uzman) Pazartesi saat 13.00’da yola çıktı, buluştuk, gece 23.00 da olay yerine vardık.

Bildiğin gibi orada birçok kurum iyi niyetle çalıştı. Beykoz İtfaiyesi, AKUT, AFAD, Beykoz Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediye’si, Veterinerler Odası, Devlet Su İşleri, İSKİ ve birçok sivil toplum kuruluşu ile hayvansever. Ellerinde proje ile yurtiçinden ve yurt dışından bir çok kişi bize ulaştı. Onlarca telefon geldi. Herkes hayvanı kurtarmak için kendine göre bir plan yaptı ama olay o kadar basit değildi.



Sorunlar;
1) Oksijen çok düşüktü. Hava hızı çok azdı. Kastik yapıdan dolayı ancak bir miktar oksijen kuyudan yukarıya doğru çıkıyordu.
2) Bazıları kuyuya su doldurmak istiyordu.(Böylece köpek yukarı çıkar diyorlardı) Bu arada “Kuyu” kendisine kazarak bir yuva yapmıştı, korktuğu zaman oraya sığınıyordu. Su dolduğunda yuvasına sığınarak boğulabilirdi.
3) Bir grup çakıl ve kum doldurmak istiyordu. Ama kastik yapıdan dolayı kum ve çakıl çatlaklara gidererek zaten az olan oksijen ortamının tamamen azalmasıyla hayvancağız hayatını kaybedebilirdi!

Robot yapanlar oldu ama çok amatörceydi hemen bozuldu. (okul öğrencileri iyi niyetliydi maalesef okul yönetimi olayı reklam amacıyla yanlış bilgi vererek kullandı). İTÜ Robotik bölüm başkanı ile görüştüm. Böyle bir sistemin ancak bir ayda tamamlayacağını söylediler.

Salı sabahı oraya giderek diğer bütün kurumların TTK’nin liderliğinde bir koordinasyon ile çalışması gerektiğini söyledim. Kabul ettiler. Bu konuda deneyimli tek kurum TTK idi. Sahada en çok emek sevgili Barış Şengöl’e aittir.(11 gün oradan ayrılmadan koordinasyonu sağladı.) Böylece TTK kurumu hidrolik bir altyapı ile özel bir sistem kurdular. Amaçları hayvanı telden çember ile yakalayıp yukarı çekmekti. Veteriner Odası da bu sisteme sıcak baktı. Zaten yukarıda hazır bekliyorlardı. Hayvanı çember ile almak için bir çok hileye başvuruldu. Çemberin içine sosis atıldı. Annesinin kokusu sürülmüş bir oyuncak kuyuya indirildi. Lazer ile ışık tutuldu. Neticede bir türlü olumlu sonuç alınamadı. 

Çarşamba sabahı 04.30’da kuyudan kurtarıldığı haberini aldım.(evden fırladım.) Yuvasında uyurken TTK ekibi çemberi başından geçirip yukarı çekti.

Dünya çapında bir başarıya imza attık. “ Bu kadar zor durumda insanlar varken , insanlar açlıktan ölürken neden hayvanlar ile ilgileniyorsunuz. Paranızı ve zamanınızı niçin hayvanlar için harcıyorsunuz.” Derlerdi ve biz üzülürdük. Bu defa bu sözleri hiç duymadık. 

Bütün Dünya’da takip edilen bu olay sayesinde Türkiye’ye olumlu bir puan kazandı. Türk halkı bir araya gelerek “her canlının insan kadar yaşama hakkı” olduğunu haykırdı. Son zamanlarda hep üzücü olaylar olurken ülkece “Kuyu” adı verdiğimiz köpek çevresinde kenetlendi. Birçok kişi TV başında Kuyu’nun kurtuluşunu ağlayarak izledi.
Yüzlerce mail ve telefon aldım. Sevinçliyiz..

Kuyu, Beykoz itfaiyesinde artık kurtarma görevi yapacak.

YOK ARTIK !..

5000 YILLIK ÇİN BİRASI YENİDEN YARATILDI

Çanak çömleklerin iç yüzeyine yapılan analizlerle tarifi keşfedilen birayı tadan öğrenci. (F: Stanford Üniversitesi)













Araştırmasının bir parçası olarak Çin’deki en eski bira tarifini keşfeden Stanford Üniversitesi’nden arkeolog Li Liu ile öğrencileri, ders sırasında 5000 yıllık birayı yeniden yaptı. Biranın mayalanması yaklaşık iki haftayı bulur, buzdolabında saklandığında ise iki yıla kadar bozulmadan dayanabilir. 
Peki 5000 yıllık bir biranın tadının nasıl olabileceğini hiç düşündünüz mü? Standford Üniversitesi’nden arkeologlar, bunu denemek için bir fırsat yarattılar.

Yapılan yeni bir araştırmada, Stanford Arkeoloji Merkezi’nden öğrenciler, arkeolog Prof. Li Liu’nun dikkatli gözlemleriyle, binlerce yıllık alkollü yeniden yaratmayı başardı. Liu, doktora adayı Jiajing Wang ve diğer uzmanlarla birlikte, kuzeydoğu Çin’deki bir arkeolojik kazıda bulunan çanak çömlek parçalarının iç yüzlerini analiz ederek bu bira tarifini ortaya çıkardı.
Liu, “Arkeoloji sadece kitap okumak ve eserleri analiz etmek değildir. Binlerce yıl önceki davranışları taklit etmeye çalışmak ve o dönemin yöntemlerini kullanmak, öğrencilerin, kendilerini onların yerine koymasını sağlıyor. Ayrıca bu insanların bir şeyleri neden yaptığını anlamamızı sağlıyor.” diyor.
5000 yıllık birayı yeniden yaratmak için, o dönem insanları tarafından keşfedilen eski yöntemler kullanıldı.
Yeniden üretilen 5000 yıllık bira böyle gözüküyor. (F: Stanford Üniversitesi)

“Mijiaya bölgesinde keşfedilen bu bira, çok bileşenli bir mayalanma sürecine sahipti.” diyen Jiajing Wang, “Bira; menekşe, darı, arpa, gözyaşı otu ve bazı yumrulardan yapılıyordu. Hatta arpanın başlangıçta ana yemek olarak değil, alkol üretimi için merkez ovada yetiştirildiğini düşünüyoruz.” diyor. Yer elması ve zambak kökü izleri de bu karışımın içinde bulunuyordu.
Liu, bugün de bira yapmak için kullanılan arpanın, o dönemde yapılan biranın içeriğinde bulunmasını şaşkınlıkla karşıladığını söylüyor. Çünkü bugüne kadar Çin’de arpa tohumlarına dair tespit edilen en eski kanıtlar 4.000 yıl öncesine dayanıyor. Bu durum, Batı Asya’da ilk evcilleştirilen arpanın neden Çin’e yayıldığını da gösteriyor.
Liu, bulgulara dayanarak, arpanın Çin’e getirilme amacının, temel gıda yerine alkol üretimi ile ilgili olabileceğini söylüyor.
5000 yıllık bira, günümüzdeki şerbetçiotu aromalı sert ve acı bir tada sahip olan biralar yerine, daha çok tatlı bir püre gibi görünüyor. Ancak günümüzden binlerce yıl önce yaşayan insanların hayatında önemli bir yere sahipti.
Wang sözlerine şöyle devam ediyor;
“Modern bira, tek bir malzeme olarak arpadan üretilir. Bu bira ise, çeşitli nişastalı bitkilerin bir karışımıydı. Mijiaya birasının, modern biralar gibi berraklığa sahip olmayabileceğinden de şüphe ediyoruz.
Shaanxi Çin Arkeoloji Enstitüsü ile birlikte çalışarak, yeniden Mijiaya birasını yapmayı planlıyoruz. Ancak bunu satacak olan kişi ben olmayacağım. Bu, özel bira üreticileri tarafından yapılacak bir proje.”
Kaynak: Erman Ertuğrul - ARKEOFİLİ