15 Haziran 2017

ANKARA'NIN LEZZET YILDIZI















DENİZ YILDIZI

Turizm Medya Yayın Grubu Kurumsal İletişim Yöneticisi Şefika Onur Akatay; Deniz Yıldızı Restoran’ın iki başarılı işletmecisi Enver Apaydın ve Faruk Şahin ile sektöre ve Ankara’ya dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdi. Onlar aynı zamanda Anadolu Turizm İşletmecileri Derneği’nin de üyesi.




Enver bey 40, Faruk bey de 30 yıldır bu sektördeler. Deneyimleri ve işlerine gösterdikleri özen, onları bu alanda çok sevilen ve aranan isimler haline getirmiş.


THM: Deniz Yıldızı Restoran ne zaman hizmet vermeye başladı?
Faruk Şahin: 2015 yılının Ekim ayında açıldı. Ben aynı yılın Eylül ayında, Enver bey de 5 ay sonra birlikte buranın başına geçtik.
THM: Nasıl bir konsept oluşturdunuz?
Enver Apaydın: Canlı çiçeklerle bezenmiş, mavi-beyaz renklerin hakim olduğu, iç açıcı, samimi bir ortam yaratmaya çalıştık. Burası balık restoranı. Tabi içkili bir mekan. Yunan ve Türkçe parçalar çalınıyor. Yılbaşında canlı müzik de yapıyoruz. Toplamda 260 kişilik bir oturma kapasitemiz var.
THM: Müşteri profilinizi ağırlıklı olarak kimler oluşturuyor?
E.A: Çocuklu aileler çok tercih ediyor. Çocuklar ilginç bir şekilde meze seviyorlar. Karides, kalamar tava da favorileri. Bir de anneler çocuklarına balık çorbası içiriyor. Onun dışında iş adamları da geliyor. 50-60 kişilik bir VIP bölümümüz var. Burayı iş görüşmeleri için tercih ediyorlar. Bir de bazen gündüzleri hanımlar kendi aralarında toplanıyorlar.

THM: Kaç kişilik bir ekiple çalışıyorsunuz?
E.A: Toplam 17 kişi çalışıyor. 2 vardiya halinde gelip gidiyorlar.
THM: Bir şubeniz yok bildiğim kadarıyla…
E.A: Yok ama ileride Bodrum’da açmak gibi bir düşüncemiz var.
THM: 40 yıldır bu sektördesiniz. Hep balık restoranlarında mıydınız?
E.A: Evet. Ben çizgimin dışına çıkmadım. Bu süre içinde 5 ayrı restoranda hizmet verdim. Bazılarının şubeleri de vardı. Ama hepsi balık ve meze üzerineydi. Sürekli kendimi geliştirdim. Araştırdım, okudum, bildiklerimi paylaştım. Hala da boş vaktim oldukça bunu yaparım.
THM: Yıllar içinde oturmuş klasik lezzetleriniz olduğunu bilirim. Bunların dışına da çıkıyor musunuz?
E.A: Evet, müşterilerimizin çok iyi bildiği, sevdiği olmazsa olmazlarımız var. Ve geldiklerinde bunları görmek istiyorlar. O yüzden seçenekleri aynı tutmaya çalışıyoruz. Ama özellikle Cuma ve Cumartesi günleri hamsi kuşu, balık mantı, balık kroket gibi farklı çeşitlere de yer veriyoruz. Narlı levrek de sevilen yemeklerimizdendir. Bir gün önce limon suyunda bekletilen ve bu suyla pişen levrek, üzerine Hatay’dan gelen nar ekşisi ve nar taneleriyle servis ediliyor. Dil kavurma da çok sevilir.
THM: Sektörde karşılaştığınız sıkıntılar neler?
F.Ş: Şunu çok net söyleyebilirim ki, restorancılıkta maliyetler yükseldi, kar marjı düştü. Alkol fiyatları çok yüksek. Balık ve diğer ürünlerin de öyle. Restoranlar artık yaşayabilirliğini kaybetmeye başladı. 120 TL ye aldığımız balığı kaça satabiliriz ki? Ya da 90 TL ye aldığımız başka bir balığı yine aynı fiyata satıyoruz. Kar yok yani çoğu zaman. Bunun ustalığı, işçiliği, yağı, tuzu var bir de. Bildiğimiz çoğu balık restoranı sahibi her ay kendi cebinden 15 bin lira civarında bir para takviyesiyle işini döndürmeye çalışıyor. Vergi, SSK, maaş, stopaj, elektrik, su, gaz, benzin derken aslında işletmelerin korkunç bir mali yükü var. Öyle olunca da kolay kolay bu işe yatırım yapmak istemiyorlar. Müşteri bir akşam için bazen cebinden 100 TL den başka para çıksın istemiyor. Sen de onun memnuniyeti için çalışıp, ona göre ayarlıyorsun kendini. Ayrıca ciddi bir rekabet ortamı var. Zaten gelen müşterilerin çoğu yabancı değil, yıllardır tanıdığımız insanlar. Hiçbir müşterimize normalin üzerinde bir hesap getirmeyiz asla. Zaten arkadaşımız, akrabamız gibi olmuşlar. Misafirini korumak zorundasın ki, bu işin sürekliliği ve bir keyfi olsun.
THM: Kalifiye eleman bulmakta zorlanıyor musunuz?
F.Ş: Eleman buluyorsunuz ama size faydalı olmuyor çoğu zaman. Çünkü yetişmiş değiller. 3-5 ay bir kafede çalışıp, ben garsonum diye geliyorlar. Garsonluk bu kadar basit olmuyor. Bir balık ya da et restoranını tecrübe etmiş, dünyanın farklı mutfaklarından anlayan, kanyak ve şarap gibi içkiler hakkında bilgi sahibi, müşteriyi bilgilendirebilecek yetkinlikte birilerini bulmak çok zor. Ben çeşit çeşit mutfakta çalıştım. Hepsini öğreneyim istedim. İleride bir şey yapmak istediğimde zorluk çekmeyeyim dedim.
Garson kimdir? Restorana gelen, menü hakkında bilgi sahibi olmayan insanı aydınlatabilecek, müşteri isterse onu yönlendirebilecek kişidir. Tabi bunlara hakim değilse başkasına ne anlatabilir ki? Garsonun işi sadece getir götür değildir.
THM: Müşteri menü hakkında fikir sahibi olmak ister. Sorduğu detaylı sorulara cevap ister. Bazen de öneri duymak ister. Benim için restorandaki önemli bir danışmandır aslında.
F.Ş: Bence de öyle. Garson sadece menüden değil, gündemden de haberdar olmalıdır. Ayrıca iyi bir gözlemci olmalı, isimleri de yüzleri de aklında tutmalıdır. Müşteri bize bazen maç sonucunu, bazen at yarışını, bazen de karşı masada oturan belki ismini hatırlayamadığı birini sorar.
E.A: Garsonun müşteriye yaklaşımı çok önemlidir. Paltosunu alır, sandalyesini çeker, kendini tanıtır, suyunu doldurur ve siparişleri alır. Tüm bunları güler yüz ve nezaketle yapar. Karşılama, uğurlama, içten yaklaşım, memnuniyeti sorma çok önemlidir. Artık böyle personel bulmakta zorlanıyoruz.
Sadece serviste değil, mutfak kısmında da kalifiye eleman sıkıntısı yaşıyoruz. Turizm Yüksek Okulu ya da aşçılık okullarından çıkan şimdiki öğrenciler daha terbiyeli, anlayışlı ve dürüst. Ama yine de bu öğrencileri otel kısmına göre yetiştirdikleri için restoranda zorlanıyorlar. Restoran ve otel çok farklı yaklaşımlar gerektirir. Otel disiplini başkadır. Restoranda içtenlik, candanlık da önemli yer tutar. Tabi ölçülü bir şekilde.
F.Ş: Ben İzmir Hilton’da yetiştim. 1992’de açıldığı zaman başladım. Sıkıntı esasında ne biliyor musunuz? Otel kültürüne göre yetişiyorsunuz. Oteldeki personel restoranda zorlanıyor. Restoranda yetişen de otelde. İkisi birbirinden farklı. Yıllar önce Antalya’da bir otelin genel müdürü olan bir arkadaşım aradı. Otelin yanına bir balık restoranı açmışlar. Ancak bir türlü işletemiyorlarmış. Otelden kimi verdiysek yapamadı dedi. Ben de ona buradan aşçıbaşı, şef ve bir de garson gönderdim. Senenin sonunda memnuniyet dolu bir telefon aldım. Otel ve restoranın personeli kesinlikle ayrı olmalıdır.
THM: Mesleğinizin renkli yanlarından biri de çok insanla tanışıyor olmanız. Evine her gün yeni misafirler gelen bir ev sahibi gibi.
E.A: Evet, bu işimizin çok güzel bir yanı. Hatta gündelik hayatta pek pek karşılaşamayacağınız insanlarla da tanışıyorsunuz. Yıllar içerisinde çok tanıdığımız oldu. Sohbet edip, şakalaşacak seviyede olduklarımız da var.
F.Ş: 19 yaşındayken Hilton’da protokol garsonuydum. Kral, kraliçe, cumhurbaşkanı, başbakan gibi insanlara servis yapıyordum.
THM: Peki, yiyecek içecek sektörü ekonomik ve siyasi dalgalanmalardan nasıl etkileniyor?
F.Ş: Çok fazla etkileniyor. 2015 yılından bu yana, seçimler, bombalar, patlamalar, darbe girişimi derken pek çok facia atlattık. Her birinde hep geriye gittik.
E.A: Bizim sektör her şeyden etkilenir. Maç olur etkilenir, kar yağar, yağmur yağar, yaz gelir etkilenir. bayram olur etkilenir, okullar kapanır etkilenir.
THM: Haftanın her günü açık mısınız?
F.Ş: Evet. Sadece bayramlarda kapatırız. Personel ailesiyle birlikte olsun, dinlensin diye bu kararı aldık.
THM: Ne güzel. Eminim daha yüksek bir moralle dönüyorlardır işlerine.
F.Ş: Aynen öyle.
THM: ATİD’in çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
E.A: Birol bey çok güzel çalışıyor. İyi bir insan ayrıca.
F.Ş: Daha çok oteller anlamında yoğun bir şekilde çalışılıyor. Restoranlara da biraz el uzatmak gerek. Turizm deyince yiyecek-içecek de bunun içine giriyorsa, o zaman bu alanı sırtlayan en önemli yerler restoranlardır. Otellerde fazla olmaz bu. Şehir otelleri genelde kahvaltı ağırlıklıdır.
Bu arada derneğin toplantılarında faydalı ve güncel bilgiler ediniyoruz.
E.A: ATİD devletle aramızda bir köprü olup sıkıntılarımızı dile getirmeli. Maliyetlerin yüksekliği, kapanış saatinin erkene alınması gibi konular bizleri çok zorluyor.
Dernek üyelerinin bir araya geldiği etkinlikler, toplantılar, eğitimler çok önemli ve faydalı bence. Her birine imkanımız elverdiğince katılıyoruz. Belki şehir dışı seyahatler bile düzenlenebilir. Üyelerin birbirlerini daha iyi tanıması, dayanışmanın artması açısından çok iyi olacaktır.
THM: Çok teşekkür ediyoruz bu güzel sohbet için.

DENİZ YILDIZI

Ahmet Taner Kışlalı Mah. Saltoğlu Bulvarı, 2753.Cad. No:37 
Çayyolu / ANKARA - Telefon: 0312 240 1211

KAYNAK: TURİZM HABER MERKEZİ - GURME RAKUN 


TİRE'DEN GELEN DOĞAL LEZZET
WATERSTATION SU ARITMA AYGITLARI
0850 532 0282

GÜZELLİK Mİ ESTETİK Mİ?


“Estetik denilince aklınıza gelen ilk kelime ne olur? ” diye sorsam, büyük bir çoğunluk “güzellik” kavramını işaret edersiniz. Oysaki güzellik o kadar geniş ve üzerinde saatlerce tartışılsa da net bir sonuç alamayacağımız bir kavram olarak kalıverir. Ayrıca çağlar boyu güzellik, farklı kabilelerde, toplumlarda birbirinden değişik normlara sahip olmuş, modern zamanlar olarak kabul ettiğimiz 21. yüzyıla gelindiğinde ise tamamen değişmiş bir kavramdır. Hala Afrika’da bazı kabilelerin kemiklerini çarpıttıklarını, Çinhindi kadınların halkalar takarak uzattıkları boyun bölgelerini, Güney Amerika’da oldukça büyük bir tabağın bile sığacağı şekle getirilmiş dudaklarını, Çinli kadınların ise demir ayakkabı ile ufacık bıraktıkları ayaklarını görürüz. Bu uygulamaları hayretler içerisinde izleyerek, onları primitif toplumlar olarak gören Avrupalı ve ya çağdaş kadınlar ise, sırf bel bölgelerini daha ince gösterebilmek için, oldukça sıkı korseler giymişler ve kaburga gelişimlerini engellemişlerdir. Çağdaş ya da geri kalmış toplumlar hiç fark etmeksizin tüm bu uygulamalar, estetik, güzellik ve onaylanmak için yapılıyor.

Gördüğünüz gibi “güzellik” kavramı değişken bir olgudur. Toplumdan topluma, hatta bireyden bireye değişkenlik gösterir. Fakat birbirine geçmiş kavramlar olan estetik ve güzellik için değişmeyen tek kavram ise, “gençlik, genç kalma ve iç huzurunu yakalama” arzusudur.

Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi sağlık üzerine yoğunlaşır

Tekstil, kozmetik sanayi ve elbette Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi bulunduğumuz çağın ve toplumun normlarına hizmet ederler. Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahiyi bu yönüyle diğerlerinden ayıran en önemli özelliği ise, sağlık üzerine yoğunlaşmış olmasıdır. Bireylerin ruh sağlığını ve psikolojik açıdan kendilerini tamamlamasını,  daha iyi hissetmesini ve elbette fonksiyonel olarak dört dörtlük bir düzlemde olmasını amaçlar.

Zincirleme bir reaksiyon olarak gelişen bu döngüye şimdi hep beraber bakalım. Güzellik nedir sorusuna verdiğimiz cevaplar her ne kadar değişkenlik gösterse de, kavram içinde hep aynı ortak paydada buluştuğumuzu gözlemliyoruz. “İnsana kendini iyi hissettiren her şey” dersek, sanıyorum yanılmamış oluruz. Bireylerin kendisini iyi hissetmesi başta sağlıklı olmasıyla gelen bir süreçtir. Toplum içinde kendini iyi hissetmesi, özgüvenin tam olması ise öncelikle dış güzelliğiyle paralel olarak ilerlediği bir gerçektir.

Güzellik kavramı gördüğünüz üzere farklı birçok etkenin bir araya gelmesiyle oluşuyor. Toplum tarafından kabul gören, sağlık unsuruyla birleşerek insana kendini iyi hissettiren, kabul edilen ve onaylanan, hislerimize ve haz duyumuza iyi gelen her şey biz insanlar için güzeldir.

“Estetik Cerrahlar ruh biliminin birer elçisidir ve en başta bireylerin ruhlarını onarmaya yardımcı olurlar.”

Estetik plastik cerrahi uzmanı olarak, bireylerin iç huzurunun, iyi huylu karakterleri oluşturduğunu, dolayısıyla toplum önünde “güzel insan” olarak nitelendirildiğini düşünüyorum. İşte Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahinin, insanların sadece dış güzelliğine değil, iç güzelliğine de sihirli bir değnekle dokunduğunu söyleyebilirim. Estetik Cerrahlar ruh biliminin birer elçisidir ve en başta bireylerin ruhlarını onarmaya yardımcı olurlar.

Kaynak: Op. Dr. Bülent Cihantimur


BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ - TOKAT  ww.bcguzellik.com Tel: 0356 214 0014


WATERSTATION SU ARITMA AYGITLARI
"Sağlıklı yaşam için içme suyunuzu kendiniz üretin"


12 Haziran 2017

YOĞURT ZAMANI

Her gün yoğurt yiyor musunuz? Günde ne kadar yoğurt yediğinizi kontrol ediyor musunuz? Yoğurdun bağırsakları düzenlemekten enfeksiyonlarla savaşmaya kadar pek çok faydası var. Her gün düzenli olarak yoğurt tüketmeyi unutmayın.

Türkiye genelinde farklı bölgelerden elde edilen bilimsel veriler; toplumumuzda her 100 kişiden sadece 35'inin düzenli yoğurt tükettiğini gösteriyor. Eğer siz de 'Düzenli yoğurt yemiyorum' diyorsanız, midenizde yoğurt için yer açmanız gerektiğini hatırlatmak isterim. Yoğurdu beslenmenize düzenli olarak eklemeniz için önemli bilimsel bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum: 

Antibiyotik Kullananlarda Panzehir Etkisi Yaratır: 
Ne zaman antibiyotik kullanmak zorunda kalırsanız, yoğurdun günlük beslenmenizde daha önemli hale geldiğini aklınızdan çıkarmamalısınız. Antibiyotikler, hastalık etmeni olan zararlı bakterilerin vücutta yok olmasını sağlarken bağırsaklarda yararlı bakterilerin de ölmesine neden olur. Eğer antibiyotik kullanımına bağlı yararlı bakterilerin bağırsakta korunmasını istiyorsanız, antibiyotik içtikten sonra yoğurt tüketmeyi ihmal etmemelisiniz. 

B Vitaminlerinin Üretimini Tetikler: 
Vücudumuz çok az vitamini kendisi üretir. Bağırsaklarda olan bu biyolojik olay sadece B grubu vitaminlerinden bazıları ve K vitamini için geçerlidir. B grubu vitaminlerinin; vücudun enerji dengesi, sinir sistemi iletimi ve bağışıklık sistemi hastalıklarından korunmak için önemli yeri olduğundan besinlerle alınması şarttır. Ancak yoğurdun sihirli bir etkisi bulunur. Düzenli yoğurt yiyenler, bağırsaklarında B grubu vitaminlerini üretmeye başlar. Bu etkinin olabilmesi için yoğurdu suyu ile beraber tüketmelisiniz. Bu nedenle süzme yoğurt değil normal yoğurt yemelisiniz.
 
Kan Şekerini Dengeler: 
Yapılan araştırmalarda, ekşimemiş ve kaymağı alınmış yoğurt yiyen kişilerin kan şekerlerinin düzene girdiği bildirilmiştir. Ayrıca yoğurt bağırsaklardan geçişi de yavaş olan bir yiyecek olduğundan yedikten sonra kan şekerine yansıması da çok yavaş olur. Yemeklerinizin yanında bu nedenle muhakkak yoğurdu sade, kaymağı alınmış ve ekşimemiş şekli ile yemenizi tavsiye ederim.
 
Hastalıklara Karşı Doğal Kalkandır: 
Laktik asit içermesi, yoğurdu diğer birçok besinden ayıran en önemli unsurdur. Laktik asit bağırsak içi ortamı aside çevirerek, yani ortamın pH'ını düşürerek kanser yapıcı maddelerin üremesini önlerken, bağışıklık güçlendirici metabolitlerin de artmasını sağlar. Temel olarak yoğurt mükemmel bir bağışıklık güçlendiricidir. Yoğurtta bulunan laktik asit bakterilerinin; kanser, enfeksiyonlar, gastrointestinal hastalıklar ve astımı önleyici ciddi etkisi bulunmaktadır. Yoğurdun günlük ve taze olarak yenmesi, bu hastalık önleyici etkisini daha da artırmaktadır.
 
Sindirimi Rahatlatır: 
Yoğurtta bulunan Laktobasillus Bulgaricus, bağırsak hareketini artıran ve hiçbir besinde bulunmayan özel bir bakteridir. Yoğurt, laktik asidi sayesinde zararlı bakterileri öldürerek ishal oluşumunu önler ve bağırsağın sağlıklı bir iç ortam olmasını sağlar. Açıkçası bu kalsiyum deposu fermente süt ürünü tam bir bağırsak temizleyicisidir diyebiliriz. Yoğurt; yendikten sonra kalsiyumun emilimini artırır, kaliteli hayvansal protein içermesi sayesinde bağırsaklarda doygunluk hormonunun uyarılmasını da sağlar.
YOĞURT İLE İLGİLİ GERÇEKLER
Yoğurt, çok iyi konjuge linoleik asit kaynağı olduğundan; kolon ve meme kanserine karşı tartışılmaz koruyucu bir besindir. Ayrıca yoğurdun bağışıklık sistemini güçlendirmesindeki en önemli bileşiklerden biri olan konjuge linoleik asit, yoğurttan alındığında ilaç şeklinden çok daha etkilidir. 

Günümüzde peptik ülser ve mide kanserlerinin yüzde 60'ından sorumlu olduğu bilinen ve dünyada en fazla görülen helikobakter pilori enfeksiyonunu yoğurt yiyerek engelleyebilirsiniz. Yoğurtta bulunan laktik asitler bu bakterinin çoğalmasını önleyip oluşmuşsa midede yok edilmesini sağlar.

Alerjik reaksiyonlarda Ig E artışı olur ve deride olumsuz reaksiyonlar olarak kendini belli eder. Atopik hastalıklar olan dermatit, astım ve besin alerjilerinde yoğurt çok etkin bir hastalık önleyici olarak vücutta görev yapar. Bu alerjik yükü azaltıcı etkisini, bağırsak florasını dengelemesi ile yaptığı bildirilmektedir. 


KADINLARA YARARI BÜYÜK 
Kadın sağlığında da yoğurt önemli bir yere sahiptir. Yoğurtta bulunan laktobasiller, vajinada candida üremesini önleyerek bu mikroba bağlı vajinit oluşumunu önler. Düzenli yoğurt yiyen kadınların vajinal sağlıklarının daha iyi olduğu araştırmarla desteklenmektedir. 

EV YAPIMI OLANI ÇOK SAĞLIKLI

Endüstriyel güvenilir markaların yoğurdu elbette sağlıklı ama denetimsiz, güvenilir olmayan paket yoğurtlar bir o kadar tehlikeli. En büyük tehlike; güvenilir olmayan markaların yoğurt yapımında kullandıkları früktoz veya glikoz şurupları, katkı maddeleri ve belki de kontrolsüzlükten kaynaklanan yasal boşluk nedeniyle ne olduğunu bilinmeyen maddelerin dahi kullanılması sayılabilir. Asıl yenilebilir yoğurt; katıksız olmalı ve kendine has dokusu fermentasyon ile korunmalıdır. 

KEÇİ SÜTÜ 

Yoğurdunuzu en iyi kalitede, kalıp şeklinde istiyorsanız, manda ve keçi sütünden yapmalısınız. Keçi ve manda sütü genelde çok az üretildiği için yaygın olarak inek sütünden yoğurt yapıldığını belirtmeliyim. İster günlük, ister pastörize, isterse UHT olsun; doğru yapım teknikleri kullanarak evinizde her türlü sütten yoğurdu yapmanız oldukça kolaydır. Yoğurt yapımında dikkat edilecek nokta; sütün ısınma derecesi, yoğurt mayasının oda ısısında olması ve mayalandırmanın 40-45 derece arasında bekletilmesidir. Eğer bu koşulları sağlamazsanız; yoğurdu sağlıklı ve sorunsuz bir şekilde mayalayamazsınız. Bu nedenle yoğurt yaparken sütünüzü tencereye koyun ve 65 derece oluncaya kadar ısıtın. Isınma olduktan sonra tahta kaşıkla yoğurdu alın ve süte katın. Isı derecesi 85'e yükselecek şekilde ocağınızın altını hafifçe açın ve yoğurdu homojen bir şekilde yani tamamen süte karışıncaya kadar karıştırın. Ocaktan indirin, tencerenin ağzını kapatın ve üzerini saracak bolca kalın bez ile kapatın. Yoğurdunuzun tutması için kalorifer, ısıtıcı veya sobanızın yakınına koyarak dört-altı saat kadar bekletin. Isı ve yoğurt mayası sayesinde fermente olan sütten kalıp gibi yoğurdunuzu evinizde kolayca hazırlayın. 

Kaynak: SABAH - Sağlık Haberleri - Selahattin DÖNMEZ

09 Haziran 2017

BÜYÜK KIRMIZI ADA


Milyonlarca yıl önce Afrika anakarasından ayrıldığı söylenen Madagaskar, dünyanın dördüncü büyük adası. Başkenti Antavarino. “Büyük kırmızı ada” anlamına geliyor. 




Burada yaşayan insanlara Malgaş deniyor. Bu nedenle adanın bilinen diğer adı ise Malgaş Cumhuriyeti. Konuştukları dile de Malgaş deniliyor. Malgaş dili, Endonezya dillerini andırıyor. 

Buraya ilk olarak yerleşenlerin Endonezyalı ve Malezyalılar olduğu düşünülüyor. Haliyle Endonezya Malezya karışımı bir ırk. Bu ırka verilen isim ise “Marina”. Marina yüksek bir ırk. Madagaskar’da da kast sistemi mevcut. Ama son yıllarda biraz yumuşamış. 




Diğer ırk ise, “Bestineo”. Arica, Endonezya, Malezya ve Arap karışımına Betsineo ırkı deniliyor. Burada yüksek ırk, alçak ırkla evlenebiliyor. 

Ortalama yaşam süreleri 55 yıl. 



Günlük yaşamı belirleyen inanç şekline “fady” deniliyor. “Tabu” anlamına geliyor ve farklı gruplara ayrılıyor. Evdeki iki kapıdan sadece birinin kullanılması, diğerini sadece ölen kişiyi evden dışarı çıkartmak için kullanılması, aile büyüklerinin dediği herşeyin koşulsuz kabul edilip uygulanması bunlardan sadece bazıları. Bu fady’lere kesinlikle ters düşmüyorlar ve hayatlarını bunlara göre şekillendiriyorlar. Ailenin ölmüş büyüklerinin yaşayanlar üzerindeki etkisine “Razana” deniyor. Ülkenin güney kısmı bu fady’lere kuzeyine göre daha bağlı. 

Fady’ye uygun olacak şekilde gerçekleştirilen bir Sünnet etme gelenekleri var, buna da “Sambatra” deniliyor. Sünnet ancak Cuma ile başlayan yıllarda yapılıyor. Eğer uzun seneler Cuma ile başlamazsa Çarşamba ile başlayan yıllarda da yapılabiliyor. Ancak sünnet öyle yarım saatte falan bitmiyor, tam tamına 1 hafta süren törenler ile yapılıyor. Daha öncelerde ise 1 ay sürüyormuş. Bir de Ölüleri mezardan çıkartma törenleri var. 



Madagaskar uçsuz bucaksız pirinç tarlalarına sahip. Her öğünlerinde mutlaka pirinç yer alıyor. Pirinçsiz yoksa sofrada onu yemekten saymıyorlar. Pilavı da yağsız, tuzsuz lapa gibi pişiriyorlar. Madagaskar’daki inek ve öküzlere “Zebu” deniyor. Zebu’ların nüfusu insan nüfusundan çok bu adada. Zebu bir zenginlik ölçütü olarak kullanılıyor aynı zamanda. 

Fransa, Almanya, Amerika ve Çin, Madagaskar’a siyasi ve ekonomik yaptırım uyguluyor. 

Toplam nüfusun %80’i Hristiyan. Burada yaşayan müslümanların siyasi ve ekonomik durumu çok kötü. İslam bu adaya 11.yy’da geliyor. Bu nedenle bazı gelenek ve görenekler benzeşiyor. Takvimleri kameri aylar. Aylar arapça yazılıyor. 

Bu adada yaşayan canlıların %95’i endemik, dünyanın başka bir yerinde görmeniz mümkün değil. 

35 türü olan Lemurlar da bu adaya özgü olan hayvanlardan. En küçükleri 25cm’den başlıyor. Çok büyüklerine ise “indiri” adı veriliyor. Siyah lemurlar su içerken, beyaz lemurlar içmiyor. Ancak siyahlar içtikten sonra içiyorlar. En çok bambu filizi yiyorlar. Soyları tükenmesin diye ‘Lemur’lar koruma altına alınmış. 




“Aye aye” dedikleri kedi büyüklüğünde sincaplar da sadece bu adaya özgü. Bir de ışık saçan kaplumbağalar (Geochelone radiata) çok değişik. Kahverengi kabuklarının üstünde geometrik sarı şekiller var ve çölde yaşayıp, kaktüsle besleniyorlar. 

Faunası da çok zengin. Burada yetişen madagaskar menekşesi kan kanseri için çok etkiliymiş. Ada halkı için Boabab ağaçlarının özel bir anlamı var. “çok tohumlu meyve” anlamına gelen bu ağaçların ömrü 2.000 ila 5.000 sene arasında değişiyor. Bu ağaçlara, şişe ağaçları veya tepetaklak ağaçları da deniyor. En önemli özellikleri ile ateşe karşı dayanıklı olmaları. Bu nedenle pirinç ekimi için arazi açmak istendiğinde ormanlar yakıldığı zaman sadece bu ağaçlar ayakta kalıyormuş.


MADAGASKAR’IN UNUTULMAYACAKLARI 

Fakirlik ve sefalet, kadın ve çocukların elleri ile taş kırması. Yılang yılang ağaçları, ince derme çatma kanolar, sazlardan yapılmış çok bakımsız evler. Kızların yüzündeki motifli boyalar, çeşit çeşit masa örtüleri. Lemur, indiri, bulunduğu zeminin rengini alan iguanalar, aye aye, kırmızı kola ağacı, vanilya ağacı, kırmızı kurbağa, devasa ölçülerdeki banyan ağacı, Zebu, Fady. 

KAYNAK: Gezimanya.com - Hüseyin Yılmaz



TOKATLI  HANIMLARA MÜJDEMİZ VAR..
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ PEK YAKINDA TOKAT'TA..

04 Haziran 2017

KONUŞ, YAZ, ANLAT - Ertuğrul Özüaydın


  
Toplumsal ilişkiler düzleminde en önemli öğelerden biri dildir diyebiliriz. Bir şeyi açıklamak, vurgulamak, aktarmak için dilin sınırsız gücünü kullanırız. Kimi zaman da düşüncelerimizi, duygularımızı eylem ve edimlerimizin katkısıyla aktarırız. İnce bir gülüş, nazikçe yol gösterme, ağırbaşlı bir duruş, arzulu bir bakışla son derece yerinde ve duruma göre yararlı bir anlatım yolunu seçmiş olabiliriz. Bu türden yönelimle niyetimiz nedir bunu bildiririz. Beden dili dediğimiz sessiz anlatım yolunun etkili bir tutum olduğunu söylemeliyim. Yalın ve doğru bir çabadır. Öyle ki çokları aralarında böylesi özel dil bile geliştirmiştir. Anlayana keskin bir bakış çok şey anlatır. Bir sıkıntı varsa, karşındaki söylenmek isteneni anlamamışsa ortalık karışabilir. Böylesine yanlış anlaşılmaların önüne geçmek içinse sözlü anlatım büyük önem taşımaktadır.

Ana kucağındayken öğrendiği dilini konuşmaya başlayan insanoğlu bu özelliğinden yaşamı boyunca yararlanacaktır. Bireyle birey, bireyle toplum arasındaki temel ilişkinin kurulmasında ya da kurulmuş olanın sürdürülmesinde taşıyıcı bir rol üstlenecektir. Kuşaktan kuşağa geçen doğal alışkanlık gibidir. İşte kendiyle başka birinin ya da birilerinin oluşturduğu ortamda birbirini anlamanın en gerekli yolu konuşarak kurulacak iletişimdir.

Üyesi bulundukları toplumun eğilimi de aynı yöndedir. Karşılıklı ilişkilerin bütünü bunu gerekli kılmıştır. Evde, sokakta, iş yaşamında temel ilke ortak dili. Konuşulan aynı dil geçerli dildir. Özünden ve kaynağından beslenerek yaratılmıştır. Geçmişin izlerini her alanda duyumsatır. Kuşkusuz konuşa konuşa varlığını sürdürür. Yaşayan dildir.

İsteyen istediği gibi konuşabilir mi; konuşamaz. Dilbilgisi kurallarına uygun edimsel ve düşünsel deyiş gücünü gösterebilmek dilin gelişmesi yönünden değerlidir. Yoksa anlaşılmaz sözcük ve tümcelerle konuşmak neye yarar? Hayvanların çıkardığı kendine özgü sesler gibi tuhaf bir yapıya dönüşür. İnsanı insan yapan bir başka özelliği dilidir. İnsan yalnızca görüntüsüyle değil aynı zamanda anlaşıldığı kadar insandır, doğaldır. Bireyin varlığını sürdürebilmesi ve her alanda ilişkilerini yürütebilmesi ancak ve ancak kendisini anlatabilmesiyle olanaklıdır. Biz bizi konuşarak anlarız.

Gelelim Türkçe konuşmak yolunda yaptıklarımıza. Acaba toplum ve bireyler olarak iletişim dilimizin gerekliliğini yeterince yerine getirebiliyor muyuz? İçerik ve biçim bakımından konuştuğumuz dil ne kadar Türkçedir? Türkçe konuştuğumuzu bile bile karşımızdakine derdimizi nasıl oluyor da anlatamıyoruz? Eğer sözkonusu sorulara olumsuz yanıtlar veriyorsak ortada bir yanlış var demektir. Tam tersi gündelik dili doğru kullanmak ilişkilerin sağlıklı yürütülmesini sağladığı gibi karşılıklı anlaşmazlıkları en aza indirecektir. Dilimize göre konuşalım. Anadili yol göstericidir. Aynı zamanda Türkçe ne kadar öğretilmişse sokakta o kadar yer bulur. Milyonlarca insanımızın üzerine düşen görev işyerinde, sokakta, okulda dil duyarlılığını göstermeleridir. Sokağın dili yasaklarla yönlenmez. Sokağın dili hepimizin yarattığı dildir. Yalnızca eğitim kurumları, gazete ve televizyonlar sorumlu tutulamaz. Dili yücelten o dilin gerçek sahipleridir.

Anlaşamamanın bana göre önemli sorunlarından birisi de konuşurken az sayıda sözcükle çok şey anlatmak çelişkisidir. Belli başlı sözcüklerin dışına çıkamamak derinliğine anlatıma engeldir. Çok sözcükle konuyu daha net açabiliriz. Anlaşarak anlaşmaktır diyebiliriz. Söylediklerimizin ne anlama geldiğini ve verilen bilgilerin daha doğru anlaşılmasını sağlar. Ortaya bir karmaşa çıkmaz, dinleyen konuyu kavrayabilir. Her şeyi üç beş yüz sözcükle vermeye çalışmak değişik olay ve çizgilerin farkındalığını göstermeye yetmeyebilir. Bu nedenledir ki gündelik konuşma dilinin varsıllaşması toplumun anlaşması ve uzlaşması için bir başka yoldur.

Anlatmanın bir başka aşaması yazıdır. Olayları açıklayan, gösteren, eleştiren metinlerle anlamlandırma yolunu seçebiliriz. Sözgelimi mektup, fıkra, şiir, makale gibi deneyimler bu bağlamda uygulanabilir yöntemlerdir. Düşünsel, sanatsal çabalarımızdır. Dilin gelişimi hem konuşarak hem de yazarak sağlanabilir. Ama ilerleme asla kendinden olmaz. Bilinçli dil çalışmaları bu nedenle gereklidir. Beslenilecek kaynakları yaratır.

Konuşmayı şimdilik bir yana bırakarak sürdürelim. Herkes aklına geleni kolayca söyleyebilir; ama yazıya dökemez. Yazmak, başka bir iştir. Yazınsal metinler başka bir önem taşır. Toplumsal, kültürel ve bilimsel konularda kalıcılık sağlar. Yazıya dönüşmüş bilgi ve deneyim kendini gösteren ve kendini geleceğe aktaran belgelerdir. Bugünden yarına kalıcı özelliği nedeniyle yazın dilini anlatım biçimlerinin daha ötesine yerleştirebiliriz. Sözcükleri yerli yerinde kullanılmış, dilbilgisi kurallarına uyulmuş olarak hazırlanmıştır. Yapısal anlamda sağlam metinlerdir diyebiliriz. Gelişigüzel yazamazsınız; çünkü “söz uçar yazı kalır.” Dil-toplum ilişkisinde bu yönüyle yazılı anlatım daha etkindir. Ulusal dilin tarihi bu yazılı belgelerin sorumluluğundadır.

Yüz yüze ilişkilerde kimi zaman ilk tepkimizi beden dilimizle verirken genellikle konuşarak anlaşma yolunu seçeriz. Doğrudur. Sözlü anlatımın da yetmediği yerde yazı dili kendini gösterecektir.

Kaynak: ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ DERGİSİ - Haziran Sayısı


               İÇME SUYUNUZU KENDİNİZ ÜRETİN - WATERSTATION - 0850 532 0282