12 Haziran 2017

YOĞURT ZAMANI

Her gün yoğurt yiyor musunuz? Günde ne kadar yoğurt yediğinizi kontrol ediyor musunuz? Yoğurdun bağırsakları düzenlemekten enfeksiyonlarla savaşmaya kadar pek çok faydası var. Her gün düzenli olarak yoğurt tüketmeyi unutmayın.

Türkiye genelinde farklı bölgelerden elde edilen bilimsel veriler; toplumumuzda her 100 kişiden sadece 35'inin düzenli yoğurt tükettiğini gösteriyor. Eğer siz de 'Düzenli yoğurt yemiyorum' diyorsanız, midenizde yoğurt için yer açmanız gerektiğini hatırlatmak isterim. Yoğurdu beslenmenize düzenli olarak eklemeniz için önemli bilimsel bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum: 

Antibiyotik Kullananlarda Panzehir Etkisi Yaratır: 
Ne zaman antibiyotik kullanmak zorunda kalırsanız, yoğurdun günlük beslenmenizde daha önemli hale geldiğini aklınızdan çıkarmamalısınız. Antibiyotikler, hastalık etmeni olan zararlı bakterilerin vücutta yok olmasını sağlarken bağırsaklarda yararlı bakterilerin de ölmesine neden olur. Eğer antibiyotik kullanımına bağlı yararlı bakterilerin bağırsakta korunmasını istiyorsanız, antibiyotik içtikten sonra yoğurt tüketmeyi ihmal etmemelisiniz. 

B Vitaminlerinin Üretimini Tetikler: 
Vücudumuz çok az vitamini kendisi üretir. Bağırsaklarda olan bu biyolojik olay sadece B grubu vitaminlerinden bazıları ve K vitamini için geçerlidir. B grubu vitaminlerinin; vücudun enerji dengesi, sinir sistemi iletimi ve bağışıklık sistemi hastalıklarından korunmak için önemli yeri olduğundan besinlerle alınması şarttır. Ancak yoğurdun sihirli bir etkisi bulunur. Düzenli yoğurt yiyenler, bağırsaklarında B grubu vitaminlerini üretmeye başlar. Bu etkinin olabilmesi için yoğurdu suyu ile beraber tüketmelisiniz. Bu nedenle süzme yoğurt değil normal yoğurt yemelisiniz.
 
Kan Şekerini Dengeler: 
Yapılan araştırmalarda, ekşimemiş ve kaymağı alınmış yoğurt yiyen kişilerin kan şekerlerinin düzene girdiği bildirilmiştir. Ayrıca yoğurt bağırsaklardan geçişi de yavaş olan bir yiyecek olduğundan yedikten sonra kan şekerine yansıması da çok yavaş olur. Yemeklerinizin yanında bu nedenle muhakkak yoğurdu sade, kaymağı alınmış ve ekşimemiş şekli ile yemenizi tavsiye ederim.
 
Hastalıklara Karşı Doğal Kalkandır: 
Laktik asit içermesi, yoğurdu diğer birçok besinden ayıran en önemli unsurdur. Laktik asit bağırsak içi ortamı aside çevirerek, yani ortamın pH'ını düşürerek kanser yapıcı maddelerin üremesini önlerken, bağışıklık güçlendirici metabolitlerin de artmasını sağlar. Temel olarak yoğurt mükemmel bir bağışıklık güçlendiricidir. Yoğurtta bulunan laktik asit bakterilerinin; kanser, enfeksiyonlar, gastrointestinal hastalıklar ve astımı önleyici ciddi etkisi bulunmaktadır. Yoğurdun günlük ve taze olarak yenmesi, bu hastalık önleyici etkisini daha da artırmaktadır.
 
Sindirimi Rahatlatır: 
Yoğurtta bulunan Laktobasillus Bulgaricus, bağırsak hareketini artıran ve hiçbir besinde bulunmayan özel bir bakteridir. Yoğurt, laktik asidi sayesinde zararlı bakterileri öldürerek ishal oluşumunu önler ve bağırsağın sağlıklı bir iç ortam olmasını sağlar. Açıkçası bu kalsiyum deposu fermente süt ürünü tam bir bağırsak temizleyicisidir diyebiliriz. Yoğurt; yendikten sonra kalsiyumun emilimini artırır, kaliteli hayvansal protein içermesi sayesinde bağırsaklarda doygunluk hormonunun uyarılmasını da sağlar.
YOĞURT İLE İLGİLİ GERÇEKLER
Yoğurt, çok iyi konjuge linoleik asit kaynağı olduğundan; kolon ve meme kanserine karşı tartışılmaz koruyucu bir besindir. Ayrıca yoğurdun bağışıklık sistemini güçlendirmesindeki en önemli bileşiklerden biri olan konjuge linoleik asit, yoğurttan alındığında ilaç şeklinden çok daha etkilidir. 

Günümüzde peptik ülser ve mide kanserlerinin yüzde 60'ından sorumlu olduğu bilinen ve dünyada en fazla görülen helikobakter pilori enfeksiyonunu yoğurt yiyerek engelleyebilirsiniz. Yoğurtta bulunan laktik asitler bu bakterinin çoğalmasını önleyip oluşmuşsa midede yok edilmesini sağlar.

Alerjik reaksiyonlarda Ig E artışı olur ve deride olumsuz reaksiyonlar olarak kendini belli eder. Atopik hastalıklar olan dermatit, astım ve besin alerjilerinde yoğurt çok etkin bir hastalık önleyici olarak vücutta görev yapar. Bu alerjik yükü azaltıcı etkisini, bağırsak florasını dengelemesi ile yaptığı bildirilmektedir. 


KADINLARA YARARI BÜYÜK 
Kadın sağlığında da yoğurt önemli bir yere sahiptir. Yoğurtta bulunan laktobasiller, vajinada candida üremesini önleyerek bu mikroba bağlı vajinit oluşumunu önler. Düzenli yoğurt yiyen kadınların vajinal sağlıklarının daha iyi olduğu araştırmarla desteklenmektedir. 

EV YAPIMI OLANI ÇOK SAĞLIKLI

Endüstriyel güvenilir markaların yoğurdu elbette sağlıklı ama denetimsiz, güvenilir olmayan paket yoğurtlar bir o kadar tehlikeli. En büyük tehlike; güvenilir olmayan markaların yoğurt yapımında kullandıkları früktoz veya glikoz şurupları, katkı maddeleri ve belki de kontrolsüzlükten kaynaklanan yasal boşluk nedeniyle ne olduğunu bilinmeyen maddelerin dahi kullanılması sayılabilir. Asıl yenilebilir yoğurt; katıksız olmalı ve kendine has dokusu fermentasyon ile korunmalıdır. 

KEÇİ SÜTÜ 

Yoğurdunuzu en iyi kalitede, kalıp şeklinde istiyorsanız, manda ve keçi sütünden yapmalısınız. Keçi ve manda sütü genelde çok az üretildiği için yaygın olarak inek sütünden yoğurt yapıldığını belirtmeliyim. İster günlük, ister pastörize, isterse UHT olsun; doğru yapım teknikleri kullanarak evinizde her türlü sütten yoğurdu yapmanız oldukça kolaydır. Yoğurt yapımında dikkat edilecek nokta; sütün ısınma derecesi, yoğurt mayasının oda ısısında olması ve mayalandırmanın 40-45 derece arasında bekletilmesidir. Eğer bu koşulları sağlamazsanız; yoğurdu sağlıklı ve sorunsuz bir şekilde mayalayamazsınız. Bu nedenle yoğurt yaparken sütünüzü tencereye koyun ve 65 derece oluncaya kadar ısıtın. Isınma olduktan sonra tahta kaşıkla yoğurdu alın ve süte katın. Isı derecesi 85'e yükselecek şekilde ocağınızın altını hafifçe açın ve yoğurdu homojen bir şekilde yani tamamen süte karışıncaya kadar karıştırın. Ocaktan indirin, tencerenin ağzını kapatın ve üzerini saracak bolca kalın bez ile kapatın. Yoğurdunuzun tutması için kalorifer, ısıtıcı veya sobanızın yakınına koyarak dört-altı saat kadar bekletin. Isı ve yoğurt mayası sayesinde fermente olan sütten kalıp gibi yoğurdunuzu evinizde kolayca hazırlayın. 

Kaynak: SABAH - Sağlık Haberleri - Selahattin DÖNMEZ

09 Haziran 2017

BÜYÜK KIRMIZI ADA


Milyonlarca yıl önce Afrika anakarasından ayrıldığı söylenen Madagaskar, dünyanın dördüncü büyük adası. Başkenti Antavarino. “Büyük kırmızı ada” anlamına geliyor. 




Burada yaşayan insanlara Malgaş deniyor. Bu nedenle adanın bilinen diğer adı ise Malgaş Cumhuriyeti. Konuştukları dile de Malgaş deniliyor. Malgaş dili, Endonezya dillerini andırıyor. 

Buraya ilk olarak yerleşenlerin Endonezyalı ve Malezyalılar olduğu düşünülüyor. Haliyle Endonezya Malezya karışımı bir ırk. Bu ırka verilen isim ise “Marina”. Marina yüksek bir ırk. Madagaskar’da da kast sistemi mevcut. Ama son yıllarda biraz yumuşamış. 




Diğer ırk ise, “Bestineo”. Arica, Endonezya, Malezya ve Arap karışımına Betsineo ırkı deniliyor. Burada yüksek ırk, alçak ırkla evlenebiliyor. 

Ortalama yaşam süreleri 55 yıl. 



Günlük yaşamı belirleyen inanç şekline “fady” deniliyor. “Tabu” anlamına geliyor ve farklı gruplara ayrılıyor. Evdeki iki kapıdan sadece birinin kullanılması, diğerini sadece ölen kişiyi evden dışarı çıkartmak için kullanılması, aile büyüklerinin dediği herşeyin koşulsuz kabul edilip uygulanması bunlardan sadece bazıları. Bu fady’lere kesinlikle ters düşmüyorlar ve hayatlarını bunlara göre şekillendiriyorlar. Ailenin ölmüş büyüklerinin yaşayanlar üzerindeki etkisine “Razana” deniyor. Ülkenin güney kısmı bu fady’lere kuzeyine göre daha bağlı. 

Fady’ye uygun olacak şekilde gerçekleştirilen bir Sünnet etme gelenekleri var, buna da “Sambatra” deniliyor. Sünnet ancak Cuma ile başlayan yıllarda yapılıyor. Eğer uzun seneler Cuma ile başlamazsa Çarşamba ile başlayan yıllarda da yapılabiliyor. Ancak sünnet öyle yarım saatte falan bitmiyor, tam tamına 1 hafta süren törenler ile yapılıyor. Daha öncelerde ise 1 ay sürüyormuş. Bir de Ölüleri mezardan çıkartma törenleri var. 



Madagaskar uçsuz bucaksız pirinç tarlalarına sahip. Her öğünlerinde mutlaka pirinç yer alıyor. Pirinçsiz yoksa sofrada onu yemekten saymıyorlar. Pilavı da yağsız, tuzsuz lapa gibi pişiriyorlar. Madagaskar’daki inek ve öküzlere “Zebu” deniyor. Zebu’ların nüfusu insan nüfusundan çok bu adada. Zebu bir zenginlik ölçütü olarak kullanılıyor aynı zamanda. 

Fransa, Almanya, Amerika ve Çin, Madagaskar’a siyasi ve ekonomik yaptırım uyguluyor. 

Toplam nüfusun %80’i Hristiyan. Burada yaşayan müslümanların siyasi ve ekonomik durumu çok kötü. İslam bu adaya 11.yy’da geliyor. Bu nedenle bazı gelenek ve görenekler benzeşiyor. Takvimleri kameri aylar. Aylar arapça yazılıyor. 

Bu adada yaşayan canlıların %95’i endemik, dünyanın başka bir yerinde görmeniz mümkün değil. 

35 türü olan Lemurlar da bu adaya özgü olan hayvanlardan. En küçükleri 25cm’den başlıyor. Çok büyüklerine ise “indiri” adı veriliyor. Siyah lemurlar su içerken, beyaz lemurlar içmiyor. Ancak siyahlar içtikten sonra içiyorlar. En çok bambu filizi yiyorlar. Soyları tükenmesin diye ‘Lemur’lar koruma altına alınmış. 




“Aye aye” dedikleri kedi büyüklüğünde sincaplar da sadece bu adaya özgü. Bir de ışık saçan kaplumbağalar (Geochelone radiata) çok değişik. Kahverengi kabuklarının üstünde geometrik sarı şekiller var ve çölde yaşayıp, kaktüsle besleniyorlar. 

Faunası da çok zengin. Burada yetişen madagaskar menekşesi kan kanseri için çok etkiliymiş. Ada halkı için Boabab ağaçlarının özel bir anlamı var. “çok tohumlu meyve” anlamına gelen bu ağaçların ömrü 2.000 ila 5.000 sene arasında değişiyor. Bu ağaçlara, şişe ağaçları veya tepetaklak ağaçları da deniyor. En önemli özellikleri ile ateşe karşı dayanıklı olmaları. Bu nedenle pirinç ekimi için arazi açmak istendiğinde ormanlar yakıldığı zaman sadece bu ağaçlar ayakta kalıyormuş.


MADAGASKAR’IN UNUTULMAYACAKLARI 

Fakirlik ve sefalet, kadın ve çocukların elleri ile taş kırması. Yılang yılang ağaçları, ince derme çatma kanolar, sazlardan yapılmış çok bakımsız evler. Kızların yüzündeki motifli boyalar, çeşit çeşit masa örtüleri. Lemur, indiri, bulunduğu zeminin rengini alan iguanalar, aye aye, kırmızı kola ağacı, vanilya ağacı, kırmızı kurbağa, devasa ölçülerdeki banyan ağacı, Zebu, Fady. 

KAYNAK: Gezimanya.com - Hüseyin Yılmaz



TOKATLI  HANIMLARA MÜJDEMİZ VAR..
BLUE CRYSTAL GÜZELLİK MERKEZİ PEK YAKINDA TOKAT'TA..

04 Haziran 2017

KONUŞ, YAZ, ANLAT - Ertuğrul Özüaydın


  
Toplumsal ilişkiler düzleminde en önemli öğelerden biri dildir diyebiliriz. Bir şeyi açıklamak, vurgulamak, aktarmak için dilin sınırsız gücünü kullanırız. Kimi zaman da düşüncelerimizi, duygularımızı eylem ve edimlerimizin katkısıyla aktarırız. İnce bir gülüş, nazikçe yol gösterme, ağırbaşlı bir duruş, arzulu bir bakışla son derece yerinde ve duruma göre yararlı bir anlatım yolunu seçmiş olabiliriz. Bu türden yönelimle niyetimiz nedir bunu bildiririz. Beden dili dediğimiz sessiz anlatım yolunun etkili bir tutum olduğunu söylemeliyim. Yalın ve doğru bir çabadır. Öyle ki çokları aralarında böylesi özel dil bile geliştirmiştir. Anlayana keskin bir bakış çok şey anlatır. Bir sıkıntı varsa, karşındaki söylenmek isteneni anlamamışsa ortalık karışabilir. Böylesine yanlış anlaşılmaların önüne geçmek içinse sözlü anlatım büyük önem taşımaktadır.

Ana kucağındayken öğrendiği dilini konuşmaya başlayan insanoğlu bu özelliğinden yaşamı boyunca yararlanacaktır. Bireyle birey, bireyle toplum arasındaki temel ilişkinin kurulmasında ya da kurulmuş olanın sürdürülmesinde taşıyıcı bir rol üstlenecektir. Kuşaktan kuşağa geçen doğal alışkanlık gibidir. İşte kendiyle başka birinin ya da birilerinin oluşturduğu ortamda birbirini anlamanın en gerekli yolu konuşarak kurulacak iletişimdir.

Üyesi bulundukları toplumun eğilimi de aynı yöndedir. Karşılıklı ilişkilerin bütünü bunu gerekli kılmıştır. Evde, sokakta, iş yaşamında temel ilke ortak dili. Konuşulan aynı dil geçerli dildir. Özünden ve kaynağından beslenerek yaratılmıştır. Geçmişin izlerini her alanda duyumsatır. Kuşkusuz konuşa konuşa varlığını sürdürür. Yaşayan dildir.

İsteyen istediği gibi konuşabilir mi; konuşamaz. Dilbilgisi kurallarına uygun edimsel ve düşünsel deyiş gücünü gösterebilmek dilin gelişmesi yönünden değerlidir. Yoksa anlaşılmaz sözcük ve tümcelerle konuşmak neye yarar? Hayvanların çıkardığı kendine özgü sesler gibi tuhaf bir yapıya dönüşür. İnsanı insan yapan bir başka özelliği dilidir. İnsan yalnızca görüntüsüyle değil aynı zamanda anlaşıldığı kadar insandır, doğaldır. Bireyin varlığını sürdürebilmesi ve her alanda ilişkilerini yürütebilmesi ancak ve ancak kendisini anlatabilmesiyle olanaklıdır. Biz bizi konuşarak anlarız.

Gelelim Türkçe konuşmak yolunda yaptıklarımıza. Acaba toplum ve bireyler olarak iletişim dilimizin gerekliliğini yeterince yerine getirebiliyor muyuz? İçerik ve biçim bakımından konuştuğumuz dil ne kadar Türkçedir? Türkçe konuştuğumuzu bile bile karşımızdakine derdimizi nasıl oluyor da anlatamıyoruz? Eğer sözkonusu sorulara olumsuz yanıtlar veriyorsak ortada bir yanlış var demektir. Tam tersi gündelik dili doğru kullanmak ilişkilerin sağlıklı yürütülmesini sağladığı gibi karşılıklı anlaşmazlıkları en aza indirecektir. Dilimize göre konuşalım. Anadili yol göstericidir. Aynı zamanda Türkçe ne kadar öğretilmişse sokakta o kadar yer bulur. Milyonlarca insanımızın üzerine düşen görev işyerinde, sokakta, okulda dil duyarlılığını göstermeleridir. Sokağın dili yasaklarla yönlenmez. Sokağın dili hepimizin yarattığı dildir. Yalnızca eğitim kurumları, gazete ve televizyonlar sorumlu tutulamaz. Dili yücelten o dilin gerçek sahipleridir.

Anlaşamamanın bana göre önemli sorunlarından birisi de konuşurken az sayıda sözcükle çok şey anlatmak çelişkisidir. Belli başlı sözcüklerin dışına çıkamamak derinliğine anlatıma engeldir. Çok sözcükle konuyu daha net açabiliriz. Anlaşarak anlaşmaktır diyebiliriz. Söylediklerimizin ne anlama geldiğini ve verilen bilgilerin daha doğru anlaşılmasını sağlar. Ortaya bir karmaşa çıkmaz, dinleyen konuyu kavrayabilir. Her şeyi üç beş yüz sözcükle vermeye çalışmak değişik olay ve çizgilerin farkındalığını göstermeye yetmeyebilir. Bu nedenledir ki gündelik konuşma dilinin varsıllaşması toplumun anlaşması ve uzlaşması için bir başka yoldur.

Anlatmanın bir başka aşaması yazıdır. Olayları açıklayan, gösteren, eleştiren metinlerle anlamlandırma yolunu seçebiliriz. Sözgelimi mektup, fıkra, şiir, makale gibi deneyimler bu bağlamda uygulanabilir yöntemlerdir. Düşünsel, sanatsal çabalarımızdır. Dilin gelişimi hem konuşarak hem de yazarak sağlanabilir. Ama ilerleme asla kendinden olmaz. Bilinçli dil çalışmaları bu nedenle gereklidir. Beslenilecek kaynakları yaratır.

Konuşmayı şimdilik bir yana bırakarak sürdürelim. Herkes aklına geleni kolayca söyleyebilir; ama yazıya dökemez. Yazmak, başka bir iştir. Yazınsal metinler başka bir önem taşır. Toplumsal, kültürel ve bilimsel konularda kalıcılık sağlar. Yazıya dönüşmüş bilgi ve deneyim kendini gösteren ve kendini geleceğe aktaran belgelerdir. Bugünden yarına kalıcı özelliği nedeniyle yazın dilini anlatım biçimlerinin daha ötesine yerleştirebiliriz. Sözcükleri yerli yerinde kullanılmış, dilbilgisi kurallarına uyulmuş olarak hazırlanmıştır. Yapısal anlamda sağlam metinlerdir diyebiliriz. Gelişigüzel yazamazsınız; çünkü “söz uçar yazı kalır.” Dil-toplum ilişkisinde bu yönüyle yazılı anlatım daha etkindir. Ulusal dilin tarihi bu yazılı belgelerin sorumluluğundadır.

Yüz yüze ilişkilerde kimi zaman ilk tepkimizi beden dilimizle verirken genellikle konuşarak anlaşma yolunu seçeriz. Doğrudur. Sözlü anlatımın da yetmediği yerde yazı dili kendini gösterecektir.

Kaynak: ÇAĞDAŞ TÜRK DİLİ DERGİSİ - Haziran Sayısı


               İÇME SUYUNUZU KENDİNİZ ÜRETİN - WATERSTATION - 0850 532 0282



29 Mayıs 2017

İNSANOĞLU DÜNYA'YI 6. YOK OLUŞA DOĞRU SÜRÜKLÜYOR..



Us’u (aklı) ve kavrama yetisiyle (zekâsıyla) diğer canlı türlerinden farklı olan İnsan, ne yazık ki bu özelliklerinden yeterince yararlanmadığı ya da bu niteliklerini benci çıkarları doğrultusunda kullandığı için sadece kendi türünü değil, diğer canlı varlıkları da kitlesel bir yok oluşa sürüklüyor.
       
Bilimsel gerçekler bize; 4,5 milyar yaşındaki Dünya’mızda, çeşitli nedenlerden ötürü, beş kez kitlesel yok oluş yaşandığını söylüyor. Dilerseniz var oluşundan günümüze değin Dünya’nın geçirdiği yok oluşlara kısaca bir göz atalım.  

ORDOVİSYEN Yok Oluşu
İlk kitlesel yok oluş 460-430 milyon yıl önce yaşandı. Bu dönemde Dünya soğudu ve yaşamın büyük bir kısmını oluşturan su canlılarının %85’i yok oldu.

DEVONİYEN Yok Oluşu
375 milyon yıl önce ikinci kitlesel yok oluş gerçekleşti. Bitkilerin ardından önce böcekler sonra hayvanlar karaya çıktı. Canlıların karadaki yaşamlarının başlamasının ardından gerçekleşen bu yok oluşta tüm canlı türlerinin %40’ı, deniz yaşamının ise %65’i yeryüzünden silindi.

PERMİYAN Yok Oluşu
Dünya’mız üçüncü kitlesel yok oluşu 252 milyon yıl önce yaşadı. Bu dönemde deniz canlılarının %96’sı ve kara canlılarının büyük bir kısmı yok oldu.

TRİYASİK Yok Oluşu
220 milyon yıl önce, dördüncü bir kitlesel yok oluş yaşandı. Nedeni bilimsel olarak saptanamayan bu yok oluşta Dünya canlılarının % 80’inin soyu tükendi. Bu dönemin ardından dinozorlar devasa boyutlara ulaşarak karanın egemen türü oldu.

KRETASE Yok Oluşu
Günümüzden 65 milyon yıl önce beşinci büyük kitlesel yok oluşu yaşayan gezegenimize 10 km çapında bir göktaşı çarptı. Bugünkü Meksika coğrafyasına çarpan göktaşı atmosferde ciddi etkilere neden oldu. Dinozorlar başta olmak üzere canlı türlerinin yarısından fazlası yok oldu.



200 bin yıl önce, günümüze değin sürecek insan (Homo Saphiens) dönemi başladı. Geçirdiği beş büyük kitlesel yok oluşa direnebilen yaşlı Dünya’mız, bugün ne yazık ki, insanoğlunun yarattığı olumsuzluklarla tüm yaşam kaynaklarını yitirme ile yüz yüze kalmış durumdadır.

İnsan, 4,5 milyar yıllık dünya tarihinin en hızlı iklim değişikliğine neden olurken bu olumsuz durumun etkisi tüm dünyayı Altıncı Kitlesel Yok Oluş’a doğru sürüklüyor. Ormanlar ve yeşil alanlar betonlaştırılarak verimsiz hale dönüşüyor, sulak alanlar, ovalar çoraklaşıyor, içme suyu kaynakları bilinçsizce kullanılıyor.

Enerji üretiminde, çevre dostu uygulamalar yerine ucuz maliyetli kısır çözümlerin yeğlenmesi atmosferin hızla kirlenmesine neden oluyor. Tarım alanlarında kullanılan verim artırıcı kimyasalların hem insan, hem de diğer canlıların sağlığını olumsuz yönde etkilediğini bilmeyenimiz yok.  

Tüm bunların yanı sıra küresel silah tacirlerinin dünya üzerindeki oyunları savaşlar biçiminde sürüyor. İnsanlar ölüyor, yaralanıyor. Toplumlar yalnızlaşıyor..
Doğal döngüsü değişime zorlanan Dünya, peş peşe gelen olumsuzluklara daha ne kadar dayanabilecek bilemem ama insanoğlunun bindiği dalı kestiği apaçık..

Olası bir Altıncı Kitlesel Yok oluşun adının “İNSAN (Homo Saphiens) YOK OLUŞU” olacağını öngörmek zor olmamalı.


İÇME SUYUNUZU KENDİNİZ ÜRETİN - WATERSTATION - 0850 532 0282





18 Mayıs 2017

NİKSAR DERNEKLERİ BİLGE ÖNDER MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü ANIYOR..

Biz Niksarlılar, 19 Mayıs Ruhuyla Atatürk'ü anıyoruz...



19 Mayıs 1919 Kurtuluş meşalemizin 98. Yılını gururla yaşıyoruz. Binlerce yıldır yurt edindiğimiz Anadolu topraklarının dört bir yanı emperyalist işgalcilerce istila edilmekteyken, “Bağımsızlık Benim Karakterimdir” diyen Sarı Saçlı, Mavi Gözlü Mustafa Kemal’in Samsun’dan başlayan Anadolu’yu işgalcilere karşı uyandırıp örgütleyecek Türk Milletini Milli Mücadele’ye ilk adımın atıldığı 19 Mayısımız kutlu olsun.

Bilindiği üzere 15 Mayıs 1919’ da İzmir ‘in Yunanlılarca işgali üzerine, Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1919’ da Samsun’a çıkışıyla bütün yurdu Anadolu’nun işgaline karşı mitinglerle halkı kurtuluş mücadelesine çağırmıştı.

Biz Niksarlılar ki; Anadolu’da ilk mitinglerden biri de 20 Haziran 1919 tarihinde Niksar Redd-i İlhak Cemiyeti tarafından yapılmış, Niksar’ın içinden, köylerden, yaylalardan gelen binlerce insan Niksar Hükümet Konağı (bugünkü Belediye Binası) önünde toplanarak, İzmir’in işgali kınanarak zamanın Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Wilson’a hitaben de telgraf çekerek Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs’ta Samsun’dan başlattığı Milli Mücadele ve Bağımsızlık meşalesine ilk desteği veren şanlı ecdadın torunları olarak bugün de ülkemiz ve milletimizin bağımsız, çağdaş demokrasisi ile gelecek nesillerimize devamı için 19 Mayıs ruhuyla biriz, beraberiz.

Son günlerde ülkemizin ve milletimizin ortak ve birleştirici değeri Mustafa Kemal Atatürk’e ve ailesine bazı basın yayın organları yoluyla alçakça saldırarak, mesnetsiz iddialarla milletimizin gönlünden düşürmeye çalışan bir takım sefil kişilerin olduğunu görmek üzücüdür aynı zamanda da kabul edilemez.  Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’ün değerini, Onun hatırasını ve emaneti Türkiye Cumhuriyeti’ ni zerre etkileyemeyecek bu hadsiz ve hainliklere karşı milletimiz gereken cevabı vermiştir, var olduğumuz sürece de verecektir. Devletimiz de içimizdeki 1919 artığı kendini bilmez bu alçaklıklara gereken cevabı vermeli ve vermektedir de.

Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı, devletimizin kurucusu ve milli mücadelemizin kahramanı Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Gençliğine armağan ettiği, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nız kutlu olsun.

“Ne Mutlu Türk’üm Diyene”





ANKARA NİKSARLILAR DERNEĞİ     
BURSA NİKSARLILAR DERNEĞİ
İSTANBUL NİKSARLILAR DERNEĞİ  
İZMİR NİKSARLILAR DERNEĞİ 








İÇME SUYUNUZU KENDİNİZ ÜRETİN - WATERSTATION - 0850 532 0282



07 Mayıs 2017

Bir “Ulusal Dil” Savaşımcısı: TARIK KONAL

Okuyacağınız yazıyı Tarık Konal'ın "BİZE ÖZ TÜRKÇE YARAŞIR" kitabına ön söz olarak Emekli Yazın (edebiyat) Öğretmeni Hami Karslı yazdı.



Bir “Ulusal Dil” Savaşımcısı: TARIK KONAL

Alman düşünürlerinden Wilhelm Humbolt (1767-1835): “Bir ulusun gerçek yurdu, onun dilidir. Dil, ulusal dileği belirten güçlü bir varlıktır. Ulusal dil yok olunca ulusal duygu da çok geçmeden yitirilebilir. ” diyor. 
Doğal olarak “ulusal duygu” yitirilince, o ulus da yok olur. Osmanlı Devleti’nde ne “Türklük” ne de “Türk Dili bilinci” vardı. Bu nedenle de devletin adı “Türk Devleti” değil, “Osmanlı Devleti” idi.  Yayılımcılığın (emperyalizmin) Osmanlı Devleti’ni parçalayarak yok etmesinin bence en önemli nedenlerinden biri Osmanlı’da “ulusal duygunun” bulunmamasıydı. Osmanlıca dediğimiz dil, Orhan Hançerlioğlu’nun tanımıyla “Başta Farsça - Arapça olmak üzere Almanca, Cermence, Bulgarca, Ermenice, Fransız ca, İbrani ce, İngilizce, S lavca, İspanyolca, İtalyanca, La tince, Rusça, Yunanca, Türkçe, on altı dilin karışımından oluşmuştur.” 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Büyük Atatürk, bir bireyi olduğu Türk Ulusu’nun, sonsuza değin yaşayabilmesinin ilk koşulunun “ulusal duygu” olduğunu, bunu yaratabilmenin koşullarından birinin de “ulusal bir dil” olduğu gerçeğini çok iyi biliyordu. 
Bu nedenle, 2 Eylül 1930’da “Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” ; 17 Şubat 1931’de ise "Türk demek ‘dil’ demektir. Ulusun çok belirgin niteliklerinden biri dildir. Türk Ulusundanım diyen insan, her şeyden önce, kesinlikle Türkçe konuşmalıdır.”  diyerek, Türk olmanın en önemli öğesinin dil olduğunu vurgulamıştır.
            12 Temmuz 1932’de Atatürk’ün buyruğu ile kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti”nin ereği “Türk Dilinin öz güzelliği ile varsıllığını ortaya çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak belirlenmişti. 
Atatürk, O’nu sonsuzluğa uğurladığımız güne dek, dilde özleştirme akımının en büyük öncüsü, dayanakçısı, destekçisi olmuştur.
Bırakıtının (tereke, miras) bir bölümünü, el yazısıyla yazdığı bir kalıtyazıyla (vasiyetnameyle) Türk Dil Kurumu’na bırakan Atatürk’ün bu buyruğu, bu kurumun 1983’te devletleştirilmesiyle çiğnenmiştir.  1987 yılında, siyasal erki ellerinde bulunduranların tüm engelleme çabalarına karşın “Dil Derneği” kuruldu.
Dernek, amacını “Türk dilinin özleşmesine, gelişmesine, Dil Devriminin güçlenmesine katkıda bulunmak, bu konularda uğraş verenler arasında dayanışma sağlayarak uygar ve barışçı çabalarla bilimsel, yazınsal, ekinsel, sanatsal etkinliklere ağırlık verip öncülük yapmak ve Atatürk'ün başlattığı Dil Devrimini sürdürmek” olarak belirlemişti.  Ancak, ülkedeki siyasal güç, Atatürk dönemindekine benzer bir desteği vermiyordu devrimci dilcilere. Bu nedenle Derneğin çalışmaları beklendiğince, amaçlanan ölçüde başarışlı olamadı.

***
Ben, elinizde tuttuğunuz bu yapıtın yazarını kişisel olarak hiç görmedim. Yüz yüze görüşüp, konuşmadım. 
Yolda görsem tanımam. Boyunu, posunu, saçlarının gözlerinin rengini bilmem. Ama birisi çıkıp da “Bana Atatürk devrimcisi üç kişinin adını söyle” dese öncelikle onun adını söylerim.

***
Geçtiğimiz yıllarda bir gün elektronik postama bir “Öz Türkçe  Sözlük” geldi. Sözlükte, dilimize girmiş yabancı sözcüklerin öz Türkçe karşılıkları vardı. 
Hemen “Türkçe ne, öz Türkçe ne?” dediğinizi duyar gibi olduğum için aradaki farkı anlatayım: 
Yeryüzünde yüzde yüz öz bir dil yoktur. Ama bütün uluslar için özlenen, yüzde yüz o ulusa ait bir dilin kullanılmasıdır. 
2007 yılında Türk Dil Kurumu Başkanlığına bir yazı ile Güncel Türkçe Sözlük’te kaç sözcüğün bulunduğunu, bu sözcüklerin kökenlerini sormuştum. Türk Dil Kurumu Başkanlığından gelen yanıtta, “82511 madde başı sözden 67615 sözün Türkçe, 14896 sözün ise yabancı kökenli” olduğu yazılıydı. 
İşte, Türkçe kökenli bu sözcüklere “Öz Türkçe”, yabancı kökenli sözcüklerle karışık olarak kullandığımız dile de “Güncel Türkçe” diyoruz. 
Güncel Türkçe sözlükte Almanca, Arapça, Arnavutça, Bulgarca, Ermenice, Farsça, Fince, Fransızca, İbranice, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Japonca, Korece, Latince, Macarca, Moğolca, Norveççe, Portekizce, Rumca, Rusça, Soğdca, Yunanca olmak üzere 15000’e yakın sözcüğün bulunduğunu sanırım çoğu kimse bilmiyordur. 

            Bana ulaşan çalışmayı iyice inceledim. Özenle düzenlenmiş, uzun bir uğraşın ürünü olan bu sözlük çok hoşuma gitti. 
Sözlüğü hazırlayan, Tarık Konal adlı bir arkadaştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesinde Park-Bahçeler Müdürlüğü görevinde (1989-1992) bulunmuş bir Yüksek Orman Mühendisiydi. O, kamuoyunda, İstanbul’un bir çınar ağacını kesenlere Türk Belediyecilik Tarihi’nde en yüksek cezayı yazmış bir çevreci olarak tanınıyordu. Araştırdım, onun Türk Dili konusundaki çalışmaları da göz ardı edilemeyecek denli içerikliydi.
Ona yanıt vererek çalışmasını beğendiğimi, onu kutladığımı bildirdim. O gün başlayan dostluğumuz, birbirimize gönderdiğimiz e-postalarla günümüze değin sürdü; sürüyor. 
İlerleyen sürede onun yalnızca bir öz Türkçe tutkunu olmadığını, bütünüyle Atatürk İlkeleri ile Devrimlerinin ödün vermeyen bir savunucusu da olduğunu öğrendim. 
Türk dilini, dilbilgisini iyi biliyor, bunları iyi kullanıyordu.
Ulusal basını izliyor, gördüğü yanlışları, ‘neme gerek’ demeden ilgililere duyuruyor, ünlü yazarların -Türkçeleri varken- yabancı kökenli sözcük kullanmalarını kınıyordu. 
Eleştirel yazılarını “Bilge Önder ATATÜRK'ün Dil Devrimini doğru alımlamış bir öz Türkçe tutkunu” diye imzalıyor; yazılarına başlamadan önce de, “Öz Türkçe sözcükleri kullanmak, kullanılmasını önermek, özendirmek, bilge devrimci ATATÜRK'e olan -ödenmesi olanaksız- borcumuzun hiç değilse bir bölümünü ödemek anlamına gelir. Duraksamayalım; ödeyelim bu borcu!”  tümcesini kullanıyordu.  
Onun, bilgisayarımda biriktirdiğim yazılarından bir örnek vermek istiyorum:                                                                                    
“Saygın Arkadaşlarım, 3 Temmuz 2008 günü gazetem Cumhuriyet'te bir düşünçizi (karikatür) yayımlanmıştı. Zafer Temoçin Bey çizmişti bunu. Belgeliğimden çıkardım, sizlerle bir kez daha paylaşmak istedim. (Yazının ekinde gönderilen düşünçizide, Anıtkabir’in kapısında bekleyen iki sivilden biri elindeki telsizle “Bekliyoruz amirim… Çıkar çıkmaz gözaltına alıcaz!” diyordu. H.K.)        
Çok sık rastlanır bir davranış oldu bu. Türk halkı, başı her dara düşt üğünde, toplanıyor, Anıtkabir'e çıkıyor; yakınıp duruyor. Yakında, okyanus öte sinden gelecek bir emir gereği onu da tutukladıklarında, bu toplananların ne yapacağını merak ediyorum.        
Gün, ah - vah ederek, yakınarak, bir kurtarıcı beklemek günü değildir. Bu ulus, karşıdevrime direnmeyi neden a kıl edemez, neden denemez?  Ne Bilge Önderimiz ATATÜRK bir ke z daha, ne de bir başka ATATÜRK yeniden insanlık tarihine gelecektir...        
Bir ATATÜRK daha beklemek boşunadır. Böyle bir beklentiye gerek de yoktur. Saygıdeğer ulusumuz, artık Mustafa Kemal Paşa ya da TSK tarafından kurtarılmayı düşlemek yerine, kendi anayasal-yasal haklarını özümsemeli, şu “ölü toprağı”nı üs tünden atmak için silkinmeli, “ben de varım” demelidir.
            Her türlü gericiliğe, yazgıcılığa, paranın gücüne, baskıcılığa (faşizme), insanı ezen bilgisizliğe, ABD - AB'ye, onun yandaşlarına karşı direnmelidir.            
Bir Mustafa Kemal’in bir daha gelmeyecek oluşu, Türk ulusunun her bireyinin bir Mustafa Kemal olmasına engel değildir...”  Böyle yazmıştı Tarık Konal, düşündeşlerine…

***
Tarık Konal, düşünce ve eylemiyle bana hep Nurullah Ataç’ı çağrıştırıyor. 
17 Mayıs 1957’de Ataç’ı kaybettiğimizde ben, öğretmen okulu son sınıf öğrencisiydim. Eleştiri ve deneme yazılarını beğeniyle okurdum. 
Onun, Dille düşünce arasında dolaysız bir ilişki olduğunu, somut düşünme geleneğinin doğabilmesi için kavramların saydam, hangi kökten geldiklerinin anlaşılır olması gerektiğini vurgulaması, çağdaşı bazı yazarları kızdırıyor, hatta bazıları ona deli, kullandığı dile de uydurma dil diyorlardı.
Ataç onlara şöyle yanıt veriyordu:  
“Uydurma dil dediler mi, bir şey söylediklerini sanıyorlar. Söyleyim ben size; Bu uydurma sözünü, Türkçecilik akımına karşı bir silah diye kullanmaya kalkanlardan ne dediğini bilen, şöyle gerçekten düşünerek konuşan bir tek kişi tanımıyorum. Evet, uyduracağız; bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halk’a işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutacak.” 
“…  Ben, öz Türkçe için nice kazançları teptim, rahatımı kaçırdım, üzdüm kendimi, adımı deliye çıkardılar. Hepsi de ne dediklerini bilmez, kafalarına düşüncenin gölgesi bile girmemiş birer alıktır, bana deli diyenler. Öz Türkçeye özenişim de duygularımın etkisiyle değildir. Latince, Yunanca öğretilmeyen bir ül kede tek doğru yolun, akla uygun yolun öz dile gitmek olduğunu düşüncemle anladım da onun için o yolu buldum”

***
Bir gün Tarık Konal’la, sesiletirle (telefonla) konuşurken, öz Türkçe konusunda yaptığı çalışmaları, neden bir yapıtta toplamadığını sordum. Bana, kimi arkadaşının aynı soruyu sorduklarını, bu nedenle de böylesi bir çalışmaya başlayacağı yanıtını verdi. 
Sonra da elinizde tuttuğunuz yapıt ortaya çıktı.  

Sevgili Konaleline, yüreğine sağlık!                                                                              
      
  Hami Karslı
Emekli Yazın Öğretmeni





06 Mayıs 2017

OTOSTOPLA DÜNYAYI GEZİYOR



Çoğumuzun hayali dünyayı gezmek, yeni yerler keşfetmek, yeni insanlarla tanışmak, bol bol fotoğraf çekmek; ama para olmadan olmaz diyoruz ve bu bir hayal olmaktan öteye geçemiyor. Konfor alanlarımızdan çıkıp maceralara atılmaktan korkuyoruz. Sıkıcı hayatlarımızın içine hapsolmuş durumdayız. Bu yazımda sizlere beş parası olmadan otostopla dünyayı gezen Endonezyalı Nova Togatorop’tan bahsetmek istiyorum.
Nova hayatı farklı açılardan algılayan “daha azı ile daha çok şey elde etmenin” felsefesini dibine kadar yaşayan korkusuz bir gezgin. Otostopla dünyayı geziyor ve gezdiği yerleri farklı bir bakış açısıyla fotoğraflıyor. Otostopla mı geziyor diye şaşırdığınızı tahmin edebiliyorum. Evet yanlış okumadınız otostopla. Hepimiz küçükken sürekli tanımadığın insanların arabasına binme, kamyon, tır şöförleri çok tehlikelidir korkularıyla büyüdük. Korkularını aşmış bazıları için öğrenme ve keşfetme arzusu parayla elde edilemeyecek kadar değerli, Nova da onlardan biri. Nova için hiç para harcamadan dünyayı gezmek çocukluktan beri hayali. Bu fikir bir kadın olarak kendisini hiçbir zaman korkutmamış.
























İlk olarak Hindistan’da fotoğraf çekmeye başlayan Nova daha sonra Alaska’ya oradan da doğup büyüdüğü ülke olan Endenozya’ya geçti. California, Nepal, Vietnam, Kamboçya,Tayland derken Türkiye’ye de ulaşan Nova İstanbu’dan Şanlıurfaya kadar ülkemizi yansıtan birbirinden güzel fotoğraflar çekti.
Seyahate çıkarken önceliği vizesiz gidebileceği ülkelere veriyor ve Türkiye’nin bu seçenekler arasında hem fotoğraf hem de kültür açısından en iyilerinden biri olduğunu düşünüyor.
Nova fotoğraflarında tarihi ve turistik yerlerin yerine, insanların yaşam alanlarını fotoğraflamayı seviyor. İnsanların yaşama biçimlerinin çeşitliliği Nova’yı çok etkiliyor.
Dünyayı otostopla gezmeye ömrünün yettiğince devam edeceğini söyleyen Nova’nın en büyük hedefi Şili’den Antartika’ya otostopla seyahat etmek. Ne diyelim şaşkınlıkla ve hayranlıkla hatta imrenerek seni takip ediyor olacağız Nova Togatorop…

Kaynak: İLKNUR TÜZÜN - Fotoluyorum..